4 Aralık 2009 Cuma

II.Spinoza Günleri

Her ne kadar molada olsak da bu haftasonunun önemli bir etkinliğinden uzak kalmak istemedik, gelebilenleri de bekleriz. Bugünlerde yurtdışında oldukları için aramızda olamayacak üyelerimize de özencik olsun:
not: Resmin büyük hali için üzerine tıklayınız.

16 Eylül 2009 Çarşamba

Yaza Veda, Molaya Merhaba!

Yazın okuma atölyemizin toplantıları sekteye uğrayınca kendimizi etkinliklere vurmaya karar verdiysek de pek başarılı olamadık sanki, üstelik Dune da hala okunmak için bizi bekler...

Ada'lar çok uzak, havalar pek sıcak geldiğinden açık havada film seyretme etkinliğimize Beşiktaş Belediyesi'nin düzenlediği 'Park Buluşmaları' ile devam etmeye karar verdik; ama bu girişim de yolundan sapınca kendimizi park buluşmalarının bir diğerinde, Bülent Ortaçgil konserinde bulduk. Böylece santraldeki İhsan Oktay Anar Sempozyumu'na ekleyebildiğimiz yegane etkinliğimiz de bu keyifli konser oldu.

Görünen o ki önümüzdeki dönemde atölyemizin uzun bir molaya ihtiyacı var, yeni kurulan hayatlar, öğrencilikten iş hayatına sancılı geçişler, yeni okullar ve yeni başlangıçlar derken kitaplarımızla kendimizi bir müddet baş başa bırakmaya karar verdik.

Orkun Belçika’dan, Elçin İngiltere’den ve diğer herkesin hayatı normal akışına dönene kadar bir mola veriyoruz ki bu da geçen sene atölyemizin başladığı zamanlara denk geliyor neredeyse. Sular durulduğunda tekrar başlamak üzere...

15 Eylül 2009 Salı

Kitap Listelerimiz

Arkadaşlarımızın sevdiği kitapları biliyor veya kendi hayatımızda belli dönemlerde hangi kitapların bizi cezbettiğini hatırlayabiliyor muyuz? Tarihe not düşmek için atölyemizin katılımcıları olarak iki liste hazırladık: ilk liste atölyede okuduklarımız arasında bir değerlendirmeyi içeriyor, ikincisi ise bu zamana kadar okuyup bizde iz bırakmış kitaplardan oluşuyor. Miladımız atölyenin başlangıç tarihi, öyle ki bu ikinci listede hiçbir atölye kitabı bulunmuyor. Dönüp ardımıza baktığımızda kitap listelerimizin bizim için daha fazla şey ifade edeceğini düşünüyoruz. Ez cümle, listeler aşağıda:

ELÇİN - Atölye Kitapları
1) Körlük
2) Kürk Mantolu Madonna
3) Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu
4) Eylül
5) Afrikalı Leo
6) Bab-ı Esrar
7) Suskunlar
8) Yerdeniz Büyücüsü

ELÇİN
1) Gerçek / Emile Zola
2) Suç ve Ceza / Dostoyevski
3) 1984 / George Orwell
4) Genç Werther'in Acıları / Goethe
5) Seksek / Juan Cortazar
6) Karamazov Kardeşler / Dostoyevski
7) Bit Palas / Elif Şafak
8) Martin Chuzzlewit / Charles Dickens
9) Hoffman'ın Açlığı / Leon de Winter
10) Ölü Evinden Anılar / Dostoyevski

ORKUN - Atölye Kitapları
1) En Uzak Sahil
2) Tehanu
3) Afrikalı Leo
4) Körlük
5) Atuan Mezarları
6) Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu
7) Kürk Mantolu Madonna
8) Öteki Rüzgar
9) Yerdeniz Büyücüsü
10)Suskunlar

ORKUN
1) Sek Sek / Julio Cortazar
2) Aylak Adam / Yusuf Atılgan
3) Yüzyıllık Yalnızlık / Gabriel Garcia Marquez
4) Yalnız Bir Avcıdır Yürek / Carson McCullers
5) İngiliz Casus / Michael Ondaatje
6) Yürek Söken / Boris Vian
7) Don Quijote / Miguel de Cervantes Saavedra
8) Çavdar Tarlasında Çocuklar / J.D. Salinger
9) Tanrı Olmak Zor Şey / Ştrugatski
10)Mahrem / Elif Şafak

DEMET - Atölye Kitapları
1) Suskunlar
2) Atuan Mezarları
3) Yerdeniz Büyücüsü
4) Tehanu
5) Öteki Rüzgar
6) En Uzak Sahil
7) Afrikalı Leo
8) Körlük
9) Kürk Mantolu Madonna
10) Eylül

DEMET
1) Yüzüklerin Efendisi (tüm seri) / J.R.R. Tolkien
2) Yüzyıllık Yalnızlık / Gabriel Garcia Marquez
3) Pardayanlar / Michel Zevaco
4) Harry Potter (tüm seri) / J.K.Rowling
5) Warlord Trilogy - a novel of Arthur / Bernard Cornwell
6) Gülün Adı / Umberto Eco
7) Bülbülü Öldürmek / Harper Lee
8) Puslu Kıtalar Atlası / İhsan Oktay Anar
9) Pinhan / Elif Şafak
10) Diskdünya Serisi / Terry Pratchett

ŞEBNEM - Atölye Kitapları
1) Atuan Mezarları
2) Suskunlar
3) Kürk Mantolu Madonna
4) Tehanu
5) Körlük
6) En Uzak Sahil
7) Öteki Rüzgar
8) Afrikalı Leo
9) Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu
10) Yerdeniz Büyücüsü

ŞEBNEM
1) Bülbülü Öldürmek / Harper Lee
2) Yüzyıllık Yalnızlık / Gabriel Garcia Marquez
3) Puslu Kıtalar Atlası / İhsan Oktay Anar
4) Küçük Prens / Antoine de Saint-Exupery
5) Pardayanlar / Michel Zevaco
6) Warlord Trilogy - a novel of Arthur / Bernard Cornwell
7) Mülksüzler / Ursula K.Le Guin
8) Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar
9) Suç ve Ceza / Dostoyevski
10) Çalıkuşu / Reşat Nuri Güntekin

Dipnot: Sondan başlayayım, evet Çalıkuşu bu güzide listede kendine yer buldu; çünkü dürüst olmaya karar verdim... Okuduğum zaman üzerimde bıraktığı etkiyi şimdilerde pek az kitap bırakabiliyor. Onlar da zaten bu listede yer alıyor veya bir şekilde adları anılıyor. O halde neden Çalıkuşu'na haksızlık etmeli?!

Hem ben kitapların ilk ve son paragraflarını hatırlıyorsam bu benim için, bu kitabın üzerimde güçlü bir etki uyandırdığına alamettir, o halde yeniden, 13'üne az kala ağabeyim Jem'in ayağı dirsekten kırıldı, iyileşip futbol oynayabiliyordu ya gerisi ona vız geliyordu ile başlayan liste dalda öten çalıkuşu ile sona erebilir artık!

MERVE - Atölye Kitapları
1) Suskunlar
2) Körlük
3) En Uzak Sahil
4) Öteki Rüzgar
5) Atuan Mezarları
6) Yerdeniz Büyücüsü
7) Tehanu
8) Afrikalı Leo
9) Kürk Mantolu Madonna
10) Eylül

MERVE
1) Puslu Kıtalar Atlası / İhsan Oktay Anar
2) Şibumi / Trevanian
3) Yüzyıllık Yalnızlık / Gabriel Garcia Marquez
4) Kral Lear / W. Shakespeare
5) Katyanın Yazı / Trevanian
6) Mahrem / Elif Şafak
7) Hayvan Çiftliği / George Orwell
8) Memleket Hikayeleri / Refik Halid Karay
9) Odysseia / Homeros
10) Nietzche Ağladığında / Irvin D. Yalom

Sahibinden özencik not: Bu en beğenilen kitapların listesini hazırlama fikri çok iyi oldu. Mesela ben "Sek Sek" romanını okumamıştım. Baktım iki listede birden kendisine yer edinmiş hemen gittim aldım. Sonra "Pardayanlar"ı okumayı çok istedim; fakat yeni basım yokmuş. Sahaflarda aramak lazım. Bir de "Bülbülü Öldürmek" çok ilgimi çekti, onu da en kısa zamanda alıp okumak istiyorum. Ve beni en etkileyen kısıma gelelim:"Çalıkuşu"...

Nasıl atladım da listeme hayatımda en iz bırakan kitabı eklemeyi unuttum diye düşündüm. Bunun sebebinin, "Çalıkuşu"nu çok seneler evvel okumuş olduğuma ve bunun getirdiği tedirginlik olduğuna karar verdim. Acaba "Çalıkuşu" benim düşündüğüm kadar mükemmel değil miydi? Ama Şebnem'in listesinde görünce içim burkuldu, "Çalıkuşu"na ve Reşat Nuri'ye ihanet etmiş gibi hissettim kendimi. Oysa ben ne fanatik bir okuyucusuydum Reşat Nuri'nin, her yazdığı güzeldi benim için.

Listeme bu notla ekliyorum "Çalıkuşu"nu, bir numara vermeden, çünkü o kitabı yazı masamın üzerinde nasıl bir heyecanla okuduğumu çok net hatırlayabiliyorum. Keşke adım Feride olsaydı dediğimi anımsayabiliyorum, çünkü Kamuran'ın Feride'ye getirdiği fondanların tadı hala damağımda. "Çalıkuşu" ilk okuduğumda çok güzeldi ve yine okusam bana aynı duyguları yaşatacağına eminim. Bir "Çalıkuşu" kelimesi bana bu yazıyı yazdırabildiğine göre Şebnem'in dediği gibi "Çalıkuşu"na haksızlık etmişim.

CEREN - Atölye Kitapları
1) Kürk Mantolu Madonna
2) En Uzak Sahil
3) Körlük
4) Yerdeniz Büyücüsü
5) Tehanu
6) Suskunlar
7) Atuan Mezarları
8) Afrikalı Leo
9) Eylül
10) Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu

CEREN
1) Semerkant / Amin Maalouf
2) Küçük Prens / Antoine de Saint-Exupéry
3) Yaralısın / Erdal Öz
4) Tanrılar Okulu / Stefano E. D'Anna
5) Simyacı / Paulo Coelho
6) Pride and Prejudice / Jane Austen
7) Sevdalinka / Ayşe Kulin
8) Başucumda Müzik / Kürşat Başar
9) Benim Hüzünlü Orospularım / Gabriel Garcia Marquez
10) Anna Karenina / Tolstoy

Sahibinden not: Listem birbirinden farklı ve değişik kitaplardan oluşuyor. Bu yüzden çok dağınık gibi gözüktü baktığımda. Bu şundan kaynaklanıyor; hayatımın her döneminden bir ya da birkaç kitap var bu listede. Ama sanırım beni en çok etkilemiş olanlar çocuk denilecek yaşta okumuş olduklarım. Bu yüzden bu da böyle çocukça bir liste. Ama eminim zamanla değişecek listem. Çünkü Sürç-ü Lisan ailesiyle okuduğum, tartıştığım kitapların hepsi birbirinden değişik, birbirinden etkileyici. Aileme sonsuz teşekkürler... Birlikte okumak birlikte yaşlanmak dileğiyle...

10 Eylül 2009 Perşembe

Okuma Köşesi “ the reading corner” 10 Eylül – 17 Ekim 2009


Nuran Terzioğlu'ndan duyuru:

''Konulu sergileriyle dikkat çeken Apel’in son on yıllık geçmişinde, bazı sanatçılar defalarca kitap sanatına yönelik yorumlar sergilemişlerdir. Bu birikim ile Galeri Apel “okuma köşesi” adı ile bir dizi sergi başlattı. 2007 yılından bu yana bu sergi dizisi, 2007 ’de Frankfurt Kitap Fuarı ve Siena Kitap Fuarı, 2008 ’de Türkiye’nin konuk ülke olduğu 2008 Frankfurt Kitap Fuarı ve 2009 ’da Hamburg Museum der Arbeit da açılan kitap sanatı fuarına davet edildi ve binlerce kitap ve sanat dostu tarafından izlendi.

Öz kültürümüzden esinlenen sanatçıların, sabundan portakal kabuğuna, kalemlerden ışığa kadar çeşitlilik gösteren malzemelerle oluşturdukları çağdaş kitap yorumlarını içeren dizi her defasında mekana ve zamana göre yer yer değişiklikler gösterdi, her defasında farklı bir kurgu ile sunuldu.

“İnsan neyle yaşar?” temalı 11. İstanbul Bienali ne, “kitap insanın en iyi dostu” klişesinden haraketle “okuma köşeşi” sergimizi, galeri apel de eş zamanlı açarak bir paralellik kurmak istedik. Aynı başlıkla şimdiye dek açılan sergilerde yer alan yapıtları biraraya getirerek oluşturacağımız bu sergide izleyici görsel okumanın yanısıra tadına bakabileceği eser de bulabilecek.

Katkıda bulunan sanatçılarımız; Engin Akın, Aslımay Altay Göney, Aydan Baktır, Filiz Başaran, Bayram Candan, Can Göknil, Şakir Gökçebağ, Selma Gürbüz, Hasan Bülent Kahraman, Yücel Kale, Kurucu Koçanoğlu, Raziye Kubat, Azade Köker, Suzy Hug Levy, Emre Senan, Yıldız Şermet, Esma Paçal Turam, Y. Bahadır Yıldız

Nuran Terzioğlu ''


Ayrıntılı bilgi için: http://www.galleryapel.com/

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Mutluluklar!

Sevgili üyemiz Merve, dün itibariyle dünya evine girdi.
Kendisine mutluluklar diliyor, Özdemir ve Kalkavan ailelerini tekrar tebrik ediyoruz.

Sürcülisan Ailesi

20 Haziran 2009 Cumartesi

Adalar’da Film Başlıyor!


Adalar Belediyesi’nin haftada iki gün bütün adalarda ücretsiz film gösterimi etkinlikleri, 22 Haziran Pazartesi akşamı Büyükada’daki “Belediye Halk Sineması”nın açılışıyla başlıyor...

Dr. Mustafa Farsakoğlu başkanlığındaki belediye, son olarak, yıllardır atıl vaziyette duran, çöplüğe dönüşmüş bir alanı, yazlık bahçe sineması olarak yeniden düzenledi ve halkın kullanımına sundu.

Büyükada’daki, yaklaşık 600 kişi kapasiteli “Belediye Halk Sineması”, 22 Haziran akşamı faaliyete geçiyor. Yeni vizyon filmlerin her gün değişerek gösterime gireceği sinemadan, halk, haftanın iki günü ücretsiz olarak yararlanacak.

“Belediye Halk Sineması”, artık örnekleri kalmamış “bahçe sinemaları”nın nostaljik atmosferini canlandırmaktan öte, Adalar’dan başlayan bir kültürel model oluşturmanın ve günümüz dünyasında yitip giden değerlere sahip çıkılmasının da bir ifadesi imiş...

Büyükada’nın yanı sıra, Heybeliada, Burgazada ve Kınalıada halkı da, her hafta iki gün ücretsiz film izleme olanağına kavuşacakmış...

Program:
22 Haziran 2009 Pazartesi

Saat 19:30: Kokteyl
Saat 21:30: Film gösterimi
Türkoğlu Caddesi, Mimoza Sokak / Büyükada

1 Haziran 2009 Pazartesi

Bkz.

Merhabalar,
4.atölyemizin yazısı www.ihsanoktayanar.com adlı sitede yayımlanmıştır.
Buyrunuz:
http://www.ihsanoktayanar.com/genel.php?deli=982

26 Mayıs 2009 Salı

Hepimizin Aklında Takımadalar Var



Ursula K. Le Guin ile yapılmış Yerdeniz üzerine (Körlük'e de değindiği) bir röportaj, ilginizi çekebilir.
Virgül, Sayı 71, Mart 2004
Nicholas Lezard "Rowling daktilo edebiliyor, ama Le Guin yazabiliyor," diye yazdı. Harry Potter dizisinin olağanüstü başarılarını göz önünde bulundurarak Lezard’ın bu yorumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çok fazla bir fikrim yok. O kadar çok yetişkin eleştirmen birinci Harry Potter kitabının "inanılmaz özgünlüğü"nden dem vurup durunca ben de tüm bu yaygaranın kaynağı nedir diye merak edip kitabı okudum. Kafam hâlâ karışık: "Okul romanı"yla ters düşen hareketli bir çocuk fantazyası, o yaş grubu için iyi bir eğlence, ama üslubu sıradan, hayal gücü açısından yaratıcılıktan uzak ve ahlaki olarak oldukça zalim.
Etkili büyünün bir yolu olarak "hakiki isimler" keşfetme fikri nereden geldi? Sizi Yerdeniz üçlemesinde bunu bu kadar merkezi bir tema olarak kullanmaya iten neydi?
Büyüde çok eski bir düşüncedir bu, tüm dünyada vardır. Çocukken J. G. Frazer’ınAltın Dal (Golden Bough) serisinden parçalar okumuştum. Herhalde bu fikirle orada karşılaşmışımdır. Bir yazarın, kelimeleri birer araç olarak kullanmak durumunda olan bir sanatçının, isimlendirmeyi büyü, kelimeleri kudret olarak görmesi çok doğal.
Yerdeniz kitaplarının hafızalarda en çok yer eden imgelerinden biri "taştan duvar" ve ölülerin gri dünyası. Bir gölgeli umutsuzluk dünyası fikri bilimkurguda sıklıkla ortaya çıkıyor. Aklıma gelenler Philip K. Dick’in "mezar dünya"sı, C. S. Lewis’in The Great Divorce’undaki boz bulanık kasaba ve son olarak Philip Pullman’ın His Dark Materials’ındaki ölüler diyarı. Sanırım tüm bunlar antik çağlara dayanıyor, Tevrat’taki "Şeol"a yapılan göndermeler veya Yunanlıların ölüler ülkesi anlayışı. Sizce neden bu kadar çok yazar ölüm hakkında bu terimlerle konuşmuşlar ve bu konunun Yerdeniz’de bu kadar sıklıkla ortaya çıkmasının bir sebebi var mı?
Yerdeniz’in karanlık, kuru, değişmez öteki dünyasının temelleri Yunan-Roma’daki Hades fikrine, Dante’den bazı imgelere ve Rilke’nin ağıtlarından birine dayanıyor. Hiçbir şeyin değişmediği, "âşıkların sessizlik içinde birbirlerinin yanından geçtiği" bir gölge ve toz diyarı. Bu, ölümden sonra kişisel varoluşun neye benzeyeceği hakkında oldukça yaygın bir düşünüş şekli, modern bir anlayış olduğunu söylemek pek mümkün değil. Umarım, Öteki Rüzgar'da taştan duvarın yıkıldığını, tüm o toz ve sessizlik dünyasının "değiştiğini, geri dönmemecesine değiştiğini" fark etmişsinizdir.
Mülksüzler için karşıkültürün özgürlükçü komünal ethos’unun bir manifestosu deniyor.
Ben şöyle derdim: Mülksüzler bir anarşist ütopyacı roman. İçindeki düşünceler pasifist anarşist gelenekten geliyor. Kropotkin vs. Aynı şey 60’ların ve 70’lerin sözümona karşıkültürünün düşünceleri için de geçerli.
O zamanların karşıkültürünü şimdi nasıl değerlendiriyorsunuz? Dönüp baktığınızda iyi ve kötü tarafları nelerdi? Sizce 68’liler yaşlandıkça bilgeleştiler mi? Hâlâ aynı tür idealizmi paylaşıyor musunuz (tabii eğer hiç paylaştıysanız), yoksa umutlarınız ve görüşleriniz başka bir şekle mi büründü?
60’ların ve 70’lerin cömertliğini severdim. Geleceğe karşı taşıdıkları sorumluluk hissi kuvvetliydi. Bazı insanlar için bu sorumluluk hissi şimdi de kuvvetli: Yeşiller’de, şirketleşme karşıtı hareketlerde, savaş ve Bush karşıtı hareketlerde... Çoğu insan yaşlandıkça akıllanmıyor, sadece yaşlanıyor.
Taoizm takip ettiğiniz bir yol mu? Bireyselciliği bastırıp geleneksel kökleri yüceltmeyi amaçlayan bir anlayış değil mi? Yani 68’lilerin ideallerinin ve vasiyetlerinin bir antitezi?
Taoizm iki şeydir: Birincisi Mao Tse-Tung’un inanılmaz kültürel despotizmi tarafından neredeyse tamamen kökü kurutulan bir din; ben bu din hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyorum. Ötekisi bir felsefe, daha doğrusu son derece devrimci ve tamamen kurumsallaşma karşıtı bir düşünme biçimi. (İki bin yıl boyunca radikal kalmak kolay iş değil, ama Lao Tzu bunu başardı.) Din hakkında bilgi edinmek istiyorsanız bir rahip bulmanız gerekecek. Düşünme biçimi hakkında bilgi edinmek istiyorsanız Lao Tzu’yu ve Chuang Tzu’yu okuyun.
Belki çağdaşlarınızdan biraz farklı olduğunuzu hissediyorsunuz?
Yetmiş dört yaşında bir kadın neden herhangi birine ayak uydurmak istesin ki? Askerde falan mıyım?
Geçen sene verdiğim Ütopya Edebiyatı dersinde Mülksüzler'e de yer verdim. Tartışmamızın çoğu kitabın alt başlığı etrafında döndü: "İkircikli bir Ütopya." Eleştirmenler bu başlığın hem Anarres’in hem de Urras’ın farklı şekillerde ütopyacı olduklarını anlatmak için kullanıldığını savunuyorlardı. Fakat bu bizi tatmin etmedi çünkü Urras çok kasvetli ve baskıcı görünüyordu. Anarres, tüm arızalarına rağmen, ütopya geleneğine çok daha uygun görünüyordu. Neden bu alt başlığı seçtiniz?
Urras mı kasvetli ve baskıcı? Tüm o gösterişli mağazalara, lezzetli yemeklere, kolay sekse ve tavana vurmuş kapitalizme rağmen mi? Ben Urras’ın da Anarres’in de kendilerine göre meziyetleri ve hataları olduğunu düşündüm, böylelikle belli bir noktaya kadar ikisi de birbirleri için iyi birer örnek teşkil edebilirlerdi. Ama tabii ki benim kalbim Anarres’ten yana. Bu yüzden de bu ütopya diğerleri gibi kural koyucu olmak yerine belirsiz. Çelişkili. İki el de hünerli, iki elin de sunabilecekleri farklı.
Bir hikâyeyi yazmaya nereden başlıyorsunuz? Önce değinmek istediğiniz konuyu bulup bu konuyu canlandırabilecek dünyayı ve karakterleri sonradan mı yaratıyorsunuz? Yoksa dünyalar ve karakterler beraberlerinde konularını da mı getiriyor?
Evet. Çoğunlukla. Aslında insanlar ve konular bir küme ya da düğüm halinde hep beraber geliyorlar ve hikâyeyi yazmak da bu düğümü çözmek anlamına geliyor.
Ben ve kardeşlerim Yerdeniz kitaplarını okurken hikâyeye çok "dahil" edildiğimizi hissettik. 1970’lerin İngiltere’sinde büyüyen siyah çocuklardık ve çok erken yaşlarda, Yüzüklerin Efendisi ya da Dune gibi kitapların (ne kadar çok seversek sevelim) bizi içlerine almadıklarını, hatta dışladıklarını fark ettik. Ged’i koyu tenli olarak tasvir ediyorsunuz; ben ve kardeşlerim seneler boyunca onun siyah olup olmadığını tartıştık.
Ged’i koyu kahverengimsi-kızıl olarak görüyorum ve kitaptaki tüm diğer insanları da (Karglar ve Serret hariç) kahverengi, kahve-kızıl veya siyah olarak. Bir başka deyişle, Takımada’da standart olan "renkli insanlar," beyazlar ayrıksı kaçıyor. Kargad Adaları’nda ise tam tersi geçerli. Ged’in ne kadar koyu tenli olduğuna karar vermek size düşüyor! Neden olmasın? Kuralları okuyucular koyar, değil mi? Ama kapak illüstratörleri beni deliye döndürüyorlar, herkesi illa da beyaz yapmak istiyorlar. Sanırım beyaz insanların çoğu, çoğu bilimkurgu ve fantazya kitabımdaki çoğu insanın beyaz olmadığını anlamakta güçlük çekiyor. Şaşmamak lazım.
Yerdeniz hikâyelerinin ilham kaynağı neydi, politik düşünceleriniz mi, hayal gücünüz mü, yoksa sadece iyi bir hikâye anlatma ihtiyacı mı?
Bunu itiraf etmekten nefret ediyorum ama fikir bir yayıncıdan geldi. On bir yaş ve üstü için bir fantezi kitabı yazmamı istedi. "Çocuklar için hiç yazmadım, nasıl olur bilmiyorum" dedim. Sonra eve gidip çocuklar hakkında düşündüm. Oğlan çocukları. Bir oğlan büyü yapabilen sakallı bir adama nasıl dönüşüyor? Ve kitap ortaya çıktı... Tekrar düşününce, Ged’in hiçbir zaman sakalı olmadı.
Yerdeniz üçlemesinin daha derin boyutunu her zaman takdir etmişimdir, özellikle de yaşam ve ölümün doğasının tasavvur edilişini. En Uzak Sahil'de Ged’in ölümden sonra yaşam hakkında Cob’a verdiği mesaj: "Burada toz ve gölgeden başka bir şey yok. Orada ise o, toprak, güneş ışığı, ağaçların yaprakları, kartalın uçuşu. Yaşıyor. Ve ölmüş olan herkes, canlı..." Bu bende yer etti, babam öldüğü zaman benim için çok büyük bir teselli oldu.
Bunu söylediğiniz için teşekkür ederim. Yerdeniz Büyücüsü İngiltere’de piyasaya çıktıktan kısa süre sonra bir bilimkurgu dergisinde hakkında bir eleştiri yazısı çıktı. Eleştirmen kitabı "teselli edici" ve "cesaretlendirici" olmakla suçlamıştı. Tamam, eğer teselli yapaysa, cesaret temelsizse böyle bir eleştiri haklıdır, peki ama teselli ve cesaret, tanımları gereği yapay, temelsiz –aptalca, gevşek, anlamsız, çocukça– duygusal mıdırlar? Yazarlar sadece zalim dürüstlükleriyle tehdit etmek, dehşete düşürmek, bunaltmak için mi varlar: Dürüstçe umut vermeye hakkımız yok mu?
Eleştirmene mektup yazıp ne düşündüğümü ve bu konuda Tolkien’in de bana arka çıkacağına inandığımı söyledim. O da bana kibar bir cevap yazdı, kitabın çocuklar için yazılmış olduğunu göz önünde bulundurmamış olduğunu söyledi. Anladığım kadarıyla çocukları teselli etmeye izin var ama yetişkinleri yok.
Sanırım bu tavır şöyle garip bir inançtan kaynaklanıyor: Ortalama okuyucu o kadar mutlu, o kadar enayice inançlı, o kadar aptalca güven dolu ki ortalama yazarın yegâne vazifesi okuyucusunu hayatın zor ve acılarla dolu olduğuna ve hiçbir teselli bulunmadığına ikna etmek. Benim tanıdığım çoğu yetişkin, hayatın zorluklarının zaten farkındalar ve sanattan bu bilgiyi hem onaylamasını hem de bir umut teşkil etmesini bekliyorlar.
Seneler önce Endonezya’ya seyahat ettim. O takımadanın Yerdeniz’in ilham kaynağı olabileceğini düşündüm. Eğer değilse, nedir?
Hepimizin aklında takımadalar olduğunu düşünüyorum.
Yazdıklarınızın çoğu, kurgulanmış toplumlar üzerine yapılmış antropolojik çalışmalar olarak tanımlanabilir. Babanızın bir antropolog olduğunu biliyorum; hâlâ antropoloji okuyor musunuz ve özellikle takdir ettiğiniz antropologlar var mı?
Claude Lévi-Strauss kafamı oldukça meşgul etmiştir, aynı şeyi Clifford Geertz için de söyleyebilirim.
Anarres yerleşimcilerinin sade, anti-materyalist, devrimci ruhları bana biraz, idealist Avrupalı sosyalist ve anarşistler tarafından kurulan kibutzları hatırlattı. Kitabı yazarken aklınızda bu veya başka deneysel topluluklar var mıydı?
Evet, Anarres’i kurgularken kibutzlar hakkında bilgi topladım. Daha önemli bir kaynak ise Amerikalı pasifist anarşist Paul Goodman ile kardeşinin çalışmalarıydı.
En Uzak Sahil'deÇevik Atmaca’nın maceralarla dolu bir hayatı vardı;Tehanu’da ise hayatı belalarla doluydu. İki kitap arasında on sekiz yıla yakın bir süre geçtiğinin farkındayım, aradan geçen bu zamanın Yerdeniz’i ve sakinlerini tekrar gözden geçirmenize nasıl yardımcı olduğunu (ya da bunu nasıl zorlaştırdığını) anlatabilir misiniz?
Kısaca, iki kitap arasında geçen on yedi sene içerisinde feminizm yeniden doğdu ve ben on yedi yaş büyüdüm. Bu sırada da oldukça çok şey öğrendim. Öğrendiğim şeylerden biri de fahri ya da sahte bir erkek gibi değil, bir kadın gibi yazmak oldu. Bir kadının bakış açısından Yerdeniz, bir erkeğin bakış açısından göründüğünden çok farklı görünüyordu. Yapmam gereken tek şey onu, güçsüzün, fakirleştirilmişin –kadınlar, çocuklar, gücünü çarçur edip "sıradan" bir insan gibi yaşamak zorunda kalan bir büyücü– bakış açısından tasvir etmekti. Ged’i cezalandırdığım için beni azarladılar. Oysa ben onu ödüllendirdiğimi sanıyordum.
Sizce Tao’nun ruhunu en iyi şekilde temsil eden modern yazarlar kimler?
Gerçekten bilmiyorum. Sanırım José Saramago’nun romanlarının bana bu kadar çok hitap etmesinin bir sebebi de onun insanlarının olaylarla beraber ilerlemesi, onları kontrol etmeye çalışmaması – yapmadan yapıyorlar. Körlük’ün başkarakteri olan kadın benim için gerçekten büyük bir kahraman.
Birisi Endonezya’nın Yerdeniz’i ilham edip etmediğini merak etmiş, bu bana ilginç geldi çünkü ben orayı Antik Yunan’ı hayal ettiğim gibi canlandırmıştım, hem manzara hem de kültür açısından. Size ait bir şeyi insanların kafalarında nasıl canlandırdıklarını duymak garip olmalı, yoksa kitap yayımlandıktan sonra tüm bunların sizin olmaktan çıktığını mı hissediyorsunuz?
Şey, evet, kısmen –sizin oluyorlar, okuyucunun– bu reddedilemez ve engellenemez. Peki bu benim kafamda onları değiştiriyor mu? Kesinlikle hayır. Sizinki Yunan, benimki değil, fark etmez. Bir çok Yerdeniz var, birçok takımada; söylediğim gibi, hepsi kafalarımızın içinde. Benim Yerdeniz’imin neye benzediğini görmek isterseniz Sicilya adalarına veya sisli bir sabah vakti California’nın kuzey sahillerindeki Trinidad adlı küçük koya gidebilirsiniz. Ama ben bu iki yeri Takımada’yı kafamda kurduktan çok sonra gördüm. "Ah! Evet! Burası tıpkı Batı Burnu’na benziyor" diyebilmek güzeldi.
Yerdeniz’de yaşayan halkları belli insan kültürlerini temel alarak mı oluşturdunuz?
Hayır. Yerdeniz bildiğimiz Endüstri Devrimi öncesi fantezi dünyalarından bir tanesi. Takımada’da yaşayanlar çiftçi/tüccar, köy/küçük şehir insanları, tıpkı XIX. yüzyıl öncesinde yaşayan herkes gibi. (Ama büyüleri işe yarıyor, bu da onları biraz farklı kılıyor!) Çölde yaşayan Karg’lar ise daha savaşçı, daha dindar bir halk ve büyü yapmıyorlar.
Neden tüm büyücüleri erkek yapıp hepsinin de eline kocaman değnekler verdiniz? Meslektaşım Freud bunun arkasında yatan sebebi öğrenmek için can atardı.
Fahri bir erkek yerine bir kadın gibi yazmayı öğrenmek hakkında yukarıda söylediklerimi okuyabilirsiniz. Freud’a da benden bir puro gönderebilirsiniz.
Karanlığın Son Eli hakkındaki şimdiki fikirlerinizi merak ediyorum.
Üzerinden neredeyse otuz beş yıl geçti. Uzun süredir hoş, yakışıklı ve yetişkin bir kitap. Kendi hayatını kazanıyor, kendine ait bir duruşu var; annesinin onun için yapabileceği tek şey iyiliğini dilemek.
Yarattığınız dünyalar ve gezegenler arasında en çok sevdiğiniz hangisi? Ben özellikle beş bin yıldır hiç savaşmamış olan ve neredeyse tüm mimari ve teknolojisinin (mesela trenler) çok eski olduğu O’dan hoşlanıyorum. Dörtlü evlilikler de kulağa ilginç geliyor, tabii zor oldukları da kesin...
Güzel bir soru. Sürekli geri dönüp durduğuma göre herhalde en çok Yerdeniz’i seviyorum. Eskiden Orsinia’ya gitmekten çok keyif alırdım, ama şimdi oraya giden yolu bulamıyorum. Bu beni endişelendiriyor.
O’yu da seviyorum. Orada kendimi oldukça rahat hissettim. Dörtlü evlilikler ve her şey... Duygusal açıdan kendi hayatlarını zorlaştırıyorlar ama kontrolden çıkmış, üzerine düşünülmemiş karışık teknolojinin (otomobil, uçak, silahlar, elektronik haberleşme, genetik müdahale vs) bunu yapmasına izin vermiyorlar. Aynı zamanda nüfusu da kontrol altında tutuyorlar.
Bizim yaptığımız gibi, her şeyin önce bir ihtiyaç, sonra bir zorunluluk, en nihayetinde de tam bir çöplük haline gelmesine izin vermektense karışık teknolojiden istediğini alıp ihtiyacı olmayanı geri çevirebilecek cesarete ve karakter sağlamlığına sahip bir toplum hayal etmek hoşuma gidiyor.

Hep Yuvaya Dönmek’teki Na Vadi’si herhalde en çok yaşamak isteyeceğim yer, sanırım bunun sebebi çocukluğumun tüm yazlarında orada yaşamış olmam.

21 Mayıs 2009 Perşembe

Komşu Blog

Merhabalar arkadaşlar,
Afrikalı Leo ( evet, 'bu kadar olay da hep aynı insanın mı başına gelir, kurgu da biraz abartılı' nidalarımız hala kulağımda) hakkında düştüğümüz yanılgıdan bizi kurtaran rehberlerimin de bir okuma atölyesi ve blogu var size daha önce söylediğim gibi... Aşağıdaki de onların blogunun linki, feyz almak, zevk alıp okumak ve en önemlisi eğlenmek için, buyrunuz:

http://www.ayseninkitapkulubu.blogspot.com/

Görünen o ki kendi atölyemizde yeni misafirler ağırlamak veya bu atölyeye temsilci göndermek gibi etkinlikler bizleri bekliyor!

Sevgilerimle...

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Afrikalı Leo Gerçeği...

Sevgili Sürçülisan Güncesi sakinleri,

Pek sevdiğimiz Afrikalı Leo'muzun hayat hikayesinin Wikipedia kaynaklı özetini sizler için çevirdim, buyrun afiyetle okuyun. Gerçekten, sen neymişsin be Leo demek istiyorum ve kurgu ile ilgili ettiğim yorumları aynen geri alıyorum.


Joannes Leo Africanus, (d. 1494 – ö. 1554?) (ya da al-Hasan ibn Muhammad al-Wazzan al-Fasi,) Arap diplomat ve yazar. En önemli eseri Kuzey Afrika’nın coğrafyasını anlattığı “Afrika’nın Tanıtımı” (Descrittione dell’Africa) adlı kitabıdır.

Hayatı hakkında bilinenlerin çoğu eserlerinde bulunan otobiyografik notlardır. Afrikalı Leo Granada’da tahminen 1494 yılında doğmuştur. Doğumundan kısa bir sure sonra ailesi Fas’a göçmüştür. Fas’ta El Karin üniversitesinde okumuştur. Genç bir adamken amcasıyla Mağrip’e diplomatik bir yolculuğa çıkmıştır. Bu yolculuğunda Songhai İmparatorluğunun bir parçası olan Timbuktu’ya kadar gitmiştir. 1517’de İstanbul’dan Sultan II.Mehmet adına bir diplomatik yolculuktan dönerken kendini Osmanlı işgali altındaki Mısır’da bulmuştur. Yolculuklarına Kahire, Aswan ve büyük ihtimalle Mekke’de hac vazifesini yerine getirdiği Arabistan’a kadar devam etmiştir. Tunus’a dönüş yolunda (1518) İspanyollar korsanlar tarafından Girit civarında yakalanmıştır. Roma’ya götürülüp Sant’ Angelo kalesine hapsedilmiştir. Bilgili bir kişi olduğu anlaşılınca özgür bırakılıp Papa X. Leo’ya takdim edilmiştir. Saint Peter Bazilikası’nda vaftiz edilmiştir (1520). Papalık meclisine kabul edilmiş olması mümkündür zira Papa Türk kuvvetlerin Sicilya ve İtalya’yı işgal etmesinden çekinmektedir ve Kuzey Afrika konusunda bilgili birisinin yardımlarına ihtiyaç duymaktadır.

Afrikalı Leo Roma’dan ayrılıp 3-4 sene İtalya’yı gezmiştir. Bologna’da yaşarken bugün sadece Arapça kısmı kalan Arapça-İbranice-Latince bir tıp sözlüğü ve sadece 8 sayfası kalan bir Arapça gramer kitabı yazmıştır 1526’da Papa VII. Clement’in korumasında Roma’ya geri dönmüştür. Leo’ya gore Afrika yazılarını da aynı yıl tamamlamıştır. Eser İtalyanca olarak “Della descrittione dell’Africa et delle cose notabili cheiui sono” adıyla Giovan Lioni Africano mahlasıyla 1550 yılında Venedikli bir yayıncı olan Giovanni Battista Ramusio tarafından yayınlanmıştır. Kitap çok meşhur olmuş ve 5 kez yeniden basımı yapılmıştır. Başka dillere de çevrilmiştir. Fransızca ve Latince çevirileri 1556 yılında, İngilizce çevirisi ise 1600 yılında “A Geographical Historie of Africa“ adıyla yayınlanmıştır. Birçok hata ve yanlış tercüme içeren Latince çevirisi İngilizce çeviriye kaynak olmuştur.

Afrikalı Leo’nun anlattığı her yere gitmiş olması pek mümkün görünmemektedir. Diğer gezginlerin bilgilerinden faydalandığı düşünülmektedir. Özellikle Hausaland ve Bornu’ya gitmiş olması şüphelidir. Hatta Sahra’yı geçmediği, orası hakkındaki bilgilerini Fas’ta tanıştığı gezginlerden edindiği de öne sürülmektedir.

Leo’nun sonraki yaşamı hakkında hiçbir bilgi yoktur. Söylentilerden birine gore 1527’de şehrin yağmalanmasından sonra Roma’dan ayrılmış ve 1554’de Tunus’ta tekrar Müslüman olarak ölmüştür.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Yusuf el-Esad de Medici

7.Atölye
10.05.2009 Bostancı


Herhalde bu başlık size Afrikalı Leo'nun karmaşık kimliğini anlatmak için yeterli olur. Romanı bitirdiğimde Leo'ya, yani Hasan'a kızgındım. Bu ne vurdumduymazlık diyordum, çoluğunu çocuğunu bırak maceradan maceraya sürüklen! Olacak iş mi demiştim kendi kendime. Ama toplantı sırasında damla sakızlı Türk kahvelerimizi yudumlarken Hasan'ın özgürlüğünü kıskandığım için ona kızmış olabileceğimi düşündüm. Kervanlar, maceralar, şehirler, dinler, diller, aşklar... Öyle olmasını istese de hiçbir şey onun değildi ya da belki de her şey onundu. Her kadını ilk kez aşık olmuş gibi seviyordu, her şehri benimseyebiliyordu, tüm diller ve dinler onundu. Sanırım bunun için biraz kıskandım onu; çünkü çok özgürdü. Onun özgürlüğünü insanların kafalarındaki kalıplar değil, yalnızca doğa ve işgaller kısıtlıyordu. Hatta o bile kısıtlayamıyordu çünkü Hasan başına gelen her şeyi büyük bir tevekkülle benimsiyordu. Başına gelen hiçbir şeye kızmıyordu. Herhalde beni kızdıran onun bu dinginliğiydi.

Toplantıda bize ilginç gelen diğer bir konu ise köleliğin tüm toplumlar tarafından koşulsuz benimsenmesiydi. Köleliği her an herkesin başına gelebilecek bir olay gibi görüyorlar diye düşündük. Öyle ki bir gün zengin bir tüccar iken ertesi gün yaşadığın şehir işgal edilebiliyor ve tüm ailenle birlikte köle olabiliyorsun.

Fakat şüphesiz mülkiyet duygusunun zayıflığı idi bizi etkileyen. Ne şehirlerin ne evlerin ne de çocuklarının kendilerine ait olmadıklarının farkındalar. Bu da onları bizden özgür kılıyor. Her şeye baştan başlama gücü veriyor onlara. Eşyalara ve kişilere bu kadar bağlı olmadıkları için kayıplarına ağlamak yerine hayata baştan başlıyorlar. Hasan bir gecede tüm varsıllığını kaybediyor ama ağzından umutsuzluğa dair bir söz çıkmıyor. Kader ve talih eski insanların en iyi dostlarıymış sanırım, onları bir gecede beş parasız bırakabilirken yine bir gecede üç nesillerine yetecek kadar mülk kazandırabiliyor.

Ama bu insanlar kaderin ve talihin rüzgarında yaprak gibi savrulmaya hazır, oysa bizler dallarımıza tutunmak ve kopmamak için ne çok çaba sarfediyoruz!

27 Nisan 2009 Pazartesi

AFRİKALI LEO - AMİN MAALOUF


Kitabın ilk satırlarında dikkatimi çeken sözcükler şunlardı: "bir berberin sünnet ettiği, bir papanın vaftiz ettiği ben." Hasan Giovanni Leone de Medici kendisini anlatıyor. Ben hiçbir ülkeden ve boydan değilim ben yolların oğluyum diyor.


Hasan'ın başına neler geldi, hangi yollar onu nerelere sürükledi henüz bilmiyorum ama çok merak ediyorum. Çünkü hem sünnet olup hem vaftiz olmak, önce Hasan diye seslenilirken Giovanni diye anılmak, Avrupa'da doğup Afrikalı olmak maddi manevi sınırlarla çizilmiş dünyamızda alıştığımız bir durum değil. Zamanla farklılaştırdığımız her şeyi tek bir insanda bulma imkanı sağlıyor Maalouf bize.

Eminim büyüleyici Semerkant'ın yazarı bizi bu kitabıyla da yine her uğradığı mekana ve zamana yanında taşıyacak. Her dilden, dinden ve mekandan izler taşıdığını hissettiğim roman, eski dünyanın saklı hikayelerini gözler önüne sereceğe benziyor. Okuyup göreceğiz...


22 Nisan 2009 Çarşamba

Etkinlik Haftası: Tarih Kadar Hayal, Rüya Kadar Gerçek



























Bu hafta sonu, Santralistanbul'da sevgili İhsan Oktay Anar'a dair bir sempozyum düzenlenecek.
İzmir Kitap Fuarı'na uğrayamasak da bunu kaçırmamak gerek sanki. Atölyemizin bu haftaki etkinliği, Anar'ın şerefine, okuyup tartışmak değil susmak ve dinlemek olsun madem.

İlgilisine duyurulur:

Sempozyum: İhsan Oktay Anar “Tarih Kadar Hayal, Rüya Kadar Gerçek”
Tarih: 25 Nisan Cumartesi Saat: 09:30-18:00 Yer: santralistanbul Kampüsü, E3 101-107

Ayrıntılı bilgi için: http://www.bilgi.edu.tr/pages/events.asp?id=2384&r=17%2E04%2E2009+08%3A33%3A28&key

Sempozyumda görüşmek dileğiyle...

*Programın büyük hali için üzerine tıklayınız.

21 Nisan 2009 Salı

Seyirlik...




























Bizler için gidilebilecek bir etkinlik olmasa da afişine bayıldım, en azından seyirlik diye duvarımızda dursun değil mi...

Afişi hazırlayanların da ellerine sağlık bu arada,
sevgilerimle...

31 Mart 2009 Salı

Madonna'lı Kürk Manto

5.Atölye 1.Bab
15.03.2009 Lokal/Tünel


'Kürk Mantolu Madonna' ile ilgili söylenecek pek çok şey var. Ben ise önemli birkaç noktadan bahsetmek istiyorum.

Toplantı esnasında da konuştuğumuz gibi, gayet rahat okunan bir kitaptı ve ayrıca yazarın kullandığı dil, gayet rahat anlaşılabilir bir dil idi.

Kitabın içerisindeki Raif Bey karakteri anladığım kadarıyla hepimizi etkilemiş. Bunun nedenini ise kendimce, yaşamaya çalıştığı aile ortamı ile gerçek kişiliği arasındaki çelişkinin yarattığı gerginlik olarak yorumladım. Kitabı okurken, kendini hayatın akışına bırakmış ve de hiç istemediği bir yaşama sürüklenmiş olduğunu düşünmüştüm. Zorunluluktan yaptığı her işi, her hareketi ve çevresindeki (ailesi ve iş arkadaşları) insanları bize sakince anlatışı ise kitabın içerisinde mevcut olan ayrı bir güzellik gibi gelmişti. Ayrıca, toplantıda söyledim mi hatırlamıyorum ancak, kendimi, Dostoyevski'nin o ızdırabı anlatan tatlı romanlarından birini okur gibi hissettirmişti zaman zaman. Özellikle de Raif Bey'in Almanya'da yaşadığı hayat konusunda, Raskalnikov'dan ufak bir tat bulmuştum kendisinde.

Kitap ile ilgili yorumlarımı da, kitaptan şöyle bir alıntı ile bitirmek istiyorum:
"Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden herşeyi bırakıp kaçarlar."

27 Mart 2009 Cuma

Körlük - Jose Saramago



...gözlerimiz görmeye başlamazdan önce bizler zaten kör olmuştuk, korku bizi kör etmişti, aynı korku yüzünden körlüğümüz sürüp gidecek...
Araba kullanmakta olan bir adam, ansızın körleşiyor ve bu körlük, tüm topluma salgın bir hastalık gibi yayılıyor. Portekizli yazar Jose Saramago, "Körlük" romanında, biraz ironik ama oldukça sert bir anlatımla, aslında hep görmezden geldiğimiz şeyleri bir anlamda görünür kılmayı başarıyor. Saramago, benim bir gün okumayı arzu ettiğim yüzlerce yazardan biriydi. Atölye kapsamına almama ise, türkçeye yeni çevrilmiş "Görmek" adlı kitabının, Radikal'in kitap ekinde görmüş olduğum reklamı neden oldu. "Körlük" romanını seçmem aslında bilinçli bir seçim de değildi, arka kapak yazısı ilgimi çekti, özellikle politik atıflarda bulunulması. Sizi neyin içine soktuğumun farkında değildim yani. Kitabı okumadan önce göz gezdirdiğim eleştirilerden aklımda şu an, "toplumdaki ahlaki çöküş" gibi bir ifade kalmış. Kitabı okuduktan sonra, bu ifadenin çok makul olmadığını düşünüyorum. Saramago insanı erdemle veya ahlakla ele almıyor gibi geliyor, statik bir insan tabiatından bahsediyor; oldukça didaktik bir dille verilebilecek bir hikayede bundan tamamen kaçınmayı başarıyor. Sonradan Saramago da kitabın karamsarlığından rahatsızlık duymuş olacak ki, ardından "Görmek" adıyla "Körlük'ün devamı niteliğinde bir kitap yazıyor. Körlüğün çıkış yolu olarak "Görmek", atölyemizde ilerleyen zamanlarda okunabilir.


Kitabı okuduktan sonra kitap hakkında bir giriş yazmak oldukça zor oluyor. Bu yüzden söyleyeceklerimizi sonraya saklıyorum.
Ne kadar "Körlük" ile arasında bir hiçbir ilgi kuramasam da "Nazar Sözlüğü"müzdeki körün anlamına burada yer vermek istedim, sadece hikaye hoşuma gittiğinden: ''Kör: Vaktiyle, kubbeleri altın bir şehirde, çok çok yaşlı bir adam yaşarmış. O kadar yaşlıymış ki, ne zaman yağmur yağsa, yüzündeki kırışıklıklara dolan sular günlerce buharlaşmazmış. Yaşının hesabını yapamaz, şu dünyada olan biten hiçbir şeyi yadırgamazmış. Ne de olsa gördüğü her şeyi, daha önce de görmüş. Bir gün, şehirdeki okullardan birinde korkunç bir yangın çıkmış. Alevler o kadar hızlıymış ki, içerideki çocukları kurtarmak mümkün olmamış. Nihayet yangın söndüğünde, okul binasından geriye hiçbir şey kalmamış. Herkes kahrolmuş, yaşlı adam hariç. "Daha önce de yanmıştı", demiş yaşlı adam " ama o zamanlar hapishaneydi bu bina. İçerdeki bütün mahkumlar yanmıştı içerde. O zamanlar hastaneydi bu bina. Ah bu gözler nice yangınlar gördü, bu da bir şey mi!" Yangında çocuğunu kaybeden bir anne öfkesinden deliye dönüp yaşlı adamı taşlaya taşlaya kovalamış. Gel zaman git zaman, kubbeleri altın şehirde kuraklık başlamış. İnsanlar, bir lokma yiyecek için birbirlerini boğazlarken, yaşlı adam sakin sakin onları seyretmekteymiş. "Daha öncede olmuştu," demiş. "Tam üç bahar üst üste yağmur yüzü görmemişti bu şehir. Bir keresinde de düşman orduları talan etmişti ambarlarımızı, gene aç kalmıştık. Bu gözler nice açlar, nice açlıklar gördü. Bu da bir şey mi!" Açlıktan midesi yapışmış biri bu lafları duyunca öyle öfkelenmiş ki, yaşlı adamı sille tokat dövmüş. Derken, savaş çıkmış kubbeleri altın şehirde. Savaş uzadıkça her evden birileri eksiliyormuş. Kimsenin ağzını bıçak açmıyormuş üzüntüden. Bir tek yaşlı adam, bir tek o konuşuyormuş durmadan. "Bu gözler nice savaşlar, katliamlar gördü. Bu da bir şey mi!" Askerden dönemeyen delikanlılardan birinin süngüsü bu sözleri işitince öyle sinirlenmiş ki, yaşlı adamın gözlerini çıkarmış. İşte o zaman yaşlı adam hayretle bağırmış. "Karanlık! Her yer karanlık. Bunu daha önce görmemiştim." Ve daha önce hiç görmediği karanlığı öyle yadırgamış, öyle yadırgamış ki, yaşlı yüreği durmuş.''

Filmin fragmanını da izlemenizi öneririm.




11 Mart 2009 Çarşamba

BAB-I ESRAR



Yedi yüz yıldır çözülemeyen sır ; Şems-i Tebrizi cinayeti...
Yedi yüz yıldır süren bir sevda ; Şems-i Tebrizi ile Mevlana...

Atölyemizin ilk kaptanlık turunda çokça değindiğimiz tasavvufla devam edelim istedim benim kaptanlığımda da; çünkü tasavvuf çok derin ve her seferinde tadı damağımızda kalıyor. Başka limanlara yelken açmadan bir kez daha tasavvuftan söz edeceğiz arkadaşlar!

Dünyayı, yaşamı, inancı ve aşkı, yeniden düşünmemiz, yeniden araştırmamız, yeniden okumamız için...

2 Mart 2009 Pazartesi

Kürk Mantolu Madonna



"Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum "Kürk Mantolu Madonna"yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum."

Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz. Yapıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına (?) dair, yanıtlanması zor sorular soruyor.
(Arka kapak yazısıdır.)

1 Mart 2009 Pazar

Yurdanur Anneanne'ye Veda...

Biz, dün yapmayı planladığımız atölyeyi(Bab-ı Esrar Atölyesi'ni) erteleyerek gelecek okuma atölyemizde(Kürk Mantolu Madonna Atölyesi'nde) her ikisini birleştirmeye karar vermiş iken öğlen sularında Merve'nin sevgili anneannesini kaybettik.

Ona rahmet, kendimize de sabırlar diliyoruz.
Nur içinde yat Yurdanur Anneanne...

Sürçülisan Ailesi

14 Şubat 2009 Cumartesi

Dinle Neyden...

4.Atölye
08.02.2009 Lokal/Tünel

Dinle neyden ki hikaye etmede
Ayrılıklardan şikayet etmede

Mesnevi/Mevlana

Ney, sazlıklarda yetişen bir bitki ve ondan üretilen çalgının adı imiş. Hz. Muhammed’in ilahi aşkın sırrını Hz. Ali’ye söylediği, onun da içinde tutamayıp bu sırrı bir kuyuya açtığı, kör kuyunun dayanamayıp taştığı ve her yeri su bastığı, suların kenarında yetişen kamışlardan üretilen o çalgının ney olduğu, o günden beri de neyin ilahi sırrı anlattığı rivayet edilir.

İlahi olandan ayrı düşen insanın serzenişi ile neyin şikâyeti arasında bir bağ olduğu kadar, topraktan yaratılıp içine ilahi nefes üflenen âdemoğulları ile neyin kendisi arasında da bir bağ vardır: Ney, dokuz boğum ve altısı önde olmak üzere yedi delikten oluşmaktadır ki bu dokuz boğum insan gırtlağındaki dokuz boğumu; yedi delik ise kulaklar, gözler, burun ve ağız olmak üzere insan başındaki delikleri temsil etmektedir.

İşte Eflatun’un nerden geldiğini anlamadan duyduğu, ona ilahi sırrı anlatan sesin kaynağı olan ney’in hikâyesi kısaca böyle imiş. Hem de Mevlana’ya göre ney, aşkı arayanlara yol gösterir imiş, semazenlerin semah dönerken yani batıni seyahata çıkarken ney dinlemesi de bundanmış. Bizim Eflatun’umuzun, yedi günahın pençesinden gönlü yara almadan çıktığı sayfalar süren seyahatindeki kılavuzu da neyin sesiydi zaten.

Atölyemiz sırasında ney gibi isimlerin de bir şeyleri temsil ettiğine (isimlerin büyülü hem de büyücü olduğuna) kani olduğumuz için, Eflatun’un Platon’a gönderme olup olamayacağını da tartıştık. Diğer göndermelerin isimleri aslına benzemez ama hayatları tamamen birbirini anıştırırken Eflatun’un isminin birebir aynı kalması ama hayatının nerdeyse hiç benzememesi bu fikri bizden uzaklaştırmadı değil. Yine de İhsan Oktay Anar’ın engin bilgisi karşısında, Eflatun’un mağaradaki insanlarıyla bizim Eflatun’umuzun perdeyi kaldırıp gölgeleri değil de artık güneşi görmesi arasında bir bağ olabileceğine karar verdik. Ruh, beden içerisinde bir hapishanededir diyor ise Platon ve idealar dünyası ile formlar dünyasını birbirinden ayırıp ölümsüz ruha dayandırıyorsa felsefesini ve madem ki görünen alem, görünmeyene şahit olmak için yaratılmış, bir gönderme de kaçınılmaz aslında…

Muhteşem Batın Hazretleri’nin Tanrıya, oğlu Zahir’in de Hz.İsa’ya gönderme olduğu ise hepimizce çok açıktı. Özellikle balık şeklindeki kandile üfleyen Muhteşem Batın Hazretleri gittikten sonra, masada canlı bir balık bulunması bütün şüpheleri giderir cinstendi. Bununla beraber Hz. İsa göndermesi konusunda bazı kuşkularımız da uyanmadı değil. Zahir sanki daha toy, hatta biraz asabi bir oğuldu bize göre, özellikle Hz.İsa ‘ilk taşı en günahsız olan atsın.’ derken ve taşlamayı reddederken, bizim Zahir’in pek bir hevesli çıkmasını tam olarak bir yerlere bağlayamadık. Cüce Efendi’nin verdiği din bilgilerindeki eksikliğin ise yazarın bir kusuru olmadığına, bizatihi bunun, Cüce Efendi’nin kusuru olduğuna, onun rolünü iyi oynayamadığına karar verdik.

Yedi sayısına göndermeler, Habil ile Kabil’in hikayesi, dünyanın yedi günde yaratılışı, Lazarus’un dirilişi, kalbi 666 dakikada bir atan Tağut, zekat niyetine kafa sermayesinin kırkta biriyle kitap yazan daha niceleri ile bezeli, yaratma tutkusundan, hakikat arayışından dem vuran bir kitap Suskunlar ve bizim fark edemediğimiz çok daha fazlasından…

Anar’ın, kitabın sırasıyla Yegah, Dügah ve Segah adlı birinci, ikinci ve üçüncü bölümlerinde anlattığı rüyayı değil anlamak, birbirine geçmiş bu hikayeleri özetlemek bile zor, ama çabası bile keyifli!

Susup neyi dinlemeli madem, biz de Yansımalar’ın üflediği neyin eşliğinde tamamladığımız atölyemizin çıkışında, yirmi adım ötemizdeki Galata Mevlevihanesi’ne uğradık, ney değilse de uzun boylu, çekik gözlü bir adamdı bizi çağıran…

19 Ocak 2009 Pazartesi

isimler ki büyülüdür...

isimler ki büyülüdür/ sade büyülü mü/ isimler hem de büyücüdür...

öyle ise/ köprü dediğin sahte/ bir ayağı orada/ bir ayağı burada/ iki ayrı isim taşır/ iki tarafında/ helak eder kendini/ ikibaşlılığını saklayabilmek için/ gerim gerim gerilirken derisi/ çatır çatır ederken kemikleri/ birer birer dökülsün daha iyi/ taştan etleri/ varsın/ köprü yıkılsın/ ne geçmişte/ ne gelecekte/ hemen şu an yıkılsın/ bir ismi/ öteki isme/ bağlamak yerine/ tez elden/ suya karışsın/ varsın/ köprü dediğin/ su olsun...

Pinhan/ Elif Şafak

Ged'in yolculuğu Pinhan'ın yolculuğuna, Pinhan'ınki Eflatun'un yolculuğuna karıştı... Zor bir atölye bizi bekliyor, kendi tecrübelerimi aşan, dahası tasavvuf bilgimin çok ötesinde bir yolculuk bu... Pek sakin sulara yelken açmadığımızı, kaptanınızın acemi olduğunu belirtme gereği hissettim Suskunlar'ı tekrar elime alınca. Bol bol sürçülisan etme hakkını saklı tutarak dalgalarda boğulma ihtimalimizi en aza indirgemek için birkaç soruyu, üzerinde konuşulabilecek belli başlı konuları buraya not düşebiliriz. Önerilerinizi bekliyorum şimdiden...

13 Ocak 2009 Salı

Suskunlar


Eflâtun rengi hayaller kuran bir “suskun”un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, satırlar akıp giderken. O ise, muzip bir tebessümle size eşlik edecek, sessizce... Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin “gerçekliği”nde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek. Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin sessizliğinin “nefesini üfleyen” ve ona “can veren” bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü... Bağdasar, Kirkor, Dâvut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael, Tağut, Veysel Bey ve diğerleri... Onlar, sessizliğin evreninden İhsan Oktay Anar’ın düş dünyasına duhûl ederek suskunluklarını bozmuşlardır.
Bir meczûp aşkı tattı, bir âşıksa aşkına şarkılar yazıp ruhunu maviyle bezedi; diğeri, kaybolduğu dünyada bir sesin peşine düşerek kendini buldu. Nevâ, belki de, herkesin âşık olduğu bir kadının pür hayâliydi. Hayâlet avcısı, kendi ruhunu yakalamaya çalıştı. Zâhir ve Bâtın ise, zıtlıkların muhteşem birliğinde denge bulan iki ayrı gücün cisimleşmiş hâliydi. Suskunlar’ı okuduktan sonra aynaya bakmak, yansıyan aksinizde gerçeği görmek, gördüğünüzü işitmek ve duyduklarınızla sağırlaşıp susmak isteyeceksiniz. Sayfalar tükenip bittiğinde, kim bilir, belki de “suskunlar”dan biri olacaksınız…
(Arka kapak yazısıdır.)

12 Ocak 2009 Pazartesi

Yerdeniz'e Mola...

3.Atölye
11 Ocak 2009 Moda


Kaptan’ın Seyir Defteri:

Yerdeniz’e olan yolculuğumuza, Havnor’un ak limanlarında bir solukta geçen kısa bir mola vermiştik. Yağmurlu ve soğuk bir Ocak akşamı kendimizi sıcak bir hanın kuytu bir köşesine atıp yolculuğumuzu ve yorgunluğumuzu paylaşmaktı amacımız. Tadı damağımızda kalan bu ziyarette Yerdeniz’in efsanelerini, geleneklerini ve sihrini enine boyuna düşündük, taşındık, konuştuk. Sevgili ozanımız Ursula Le Guin’in bize hediye ettiği bu bilgelik dolu eseri ne çok sevdiğimizi, Ged’in büyülü yolculuğunu ne heyecanlarla, ne korkularla takip edip sonunda onunla birlikte ne kadar büyüdüğümüzü anlattık birbirimize.
Ben gemimizin kaptanı olarak, Sürçülisan dostlarını İç Adalar’ın bu çetrefilli sularına sokmadan önce bu dünya ile ilgili öğrenilecek her şeyi öğrenmiş, altı kitabı da okumuştum. Bu sebeple Sürçülisan dostlarının çıkarımlarını, teorilerini kendimi zor tutarak dinledim ama çok da mutlu oldum. Bu seyir defterine tahminlerimizin bazılarını kaydetmek ve kitaplar bittiğinde bir dönüp bakabilmek istedik.

İşte Yerdeniz hakkındaki spekülasyonlar (Orkun ve Şebnem’in ikinci kitap olan Atuan Mezarları’nı da okumuş olduğunu belirtmeliyiz.) :
1- Orkun, İç Adaların büyücülüğü normal sayan esmer ahalisi ile Karg Adaları’nın beyaz tenli, büyücülüğe değil de Tanrı Krallara ve Yer’in Kadim Güçleri’ne inanan ahalisinin farklı ırklara mensup olduklarını öne sürdü (bir nevi insan ve elf ayrımı gibi). Bu teorinin temelinde hem büyüye dair temel fikir ayrılıkları, hem fiziksel farklılıkları hem de Kadim Lisan ve Gerçek İsimler’e dair geleneklerinin apayrı olması vardı. Bu sorunun cevabı için 4. Kitap olan Tehanu’yu beklememiz gerekecek.
2- Merve, Kadim Lisan’ı Babil Kulesi’nde konuşulan ortak dile benzetti ve daha sonra toplumsal bir sözleşme ile bir ayrım yaşandığını düşündü. Diğer dillerin oluşumu ile birlikte de ayrılıkların ve çatışmaların ortaya çıktığını varsaydı. Bu soru da ancak Tehanu’nun zihin açıcı sayfalarında yanıt bulabilecek.
3- Ortak olarak Gont’taki büyünün diğer adaların büyülerinden farklı olduğuna değindik. Bu konu ile ilgili diğer kitapların hepsi ipuçları içerse de en önemli ipucu 6. Kitap olan Yerdeniz Öyküleri’nde verilecek.
4- Toplumsal cinsiyet konusunda birinci kitabın çok fazla sorgulama yapmadığını ama bazı sorunları da göz önüne serdiğini konuştuk. Buna örnek olarak Roke Adası’ndaki Büyücülük Okulu’nun kadınlara kapalı olmasını gösterdik. Bu bariz bir ayrımdı ama birinci kitap bu konuyu sadece ortaya koyup üzerinde herhangi bir tartışma açmadı. İleriki kitaplarda bu konuya değinileceğini tahmin ettik.
5- Ve ayrıca Büyücülük Okulu ekolünün bütün kadın büyülerini dışlaması ve “Kadın büyüsü kadar zayıf, kadın büyüsü kadar habis” deyişinin mutlak kabul görüyor olması bizi kurumsallaşmış yapıdaki cinsiyet ayrımını düşünmeye sevketti.
6- Ged’in Gont’dan ayrılırken bindiği Gölge adlı geminin mürettebatı arasındaki dostluk ve kardeşlik ilişkisi ile daha sonra Osskil’e giderken bindiği gemideki ilişkiler arasındaki fark bizi ekonomik yapıların insan ilişkileri üzerindeki etkileri hakkında düşündürdü. 'Yarısı kırbaçlanan yarısı kırbaçlanmayan insanlar arasında bir kardeşliğin de mümkün olamayacağını' anlatan Le Guin, sınıf ayrımının olduğu toplumlarda insanların birbirlerine yabancılaşacağına değindi bizce. Bu konuya diğer kitaplarda da değineceğini düşündük.

Ayrıca , hepimiz Kadim Lisan ( Yaradılış Lisanı ) unsurunun tasavvuf inancına bir gönderme olduğunu düşündük. Gerçek İsimler’in önemi ve Yaradılış Lisanı’nda söylenen bir sözün yaratmak anlamına gelmesi agnostik felsefenin ve tasavvufun temellerinden biridir. Bu felsefi sistemlerde Söz ve Nefes kavramlarının önemi vurgulanmıştır. Yerdeniz’in ejderhaları ve büyücüleri de bu kavramlara inanıp onları kullanıyor ve birçok noktada da tasavvufun derin alanlarına göndermeler yapıyorlar. Ged’in gölgenin peşinden çıktığı yolculuk, bir kendini bilme, kendine varma bir diğer deyişle Fenafillah’a ermek yolculuğu değil midir? İşte bu sebeple başka bir tadına doyum olmaz tasavvufi kitaba çekildi düşüncelerimiz. İster istemez kendimizi İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’ından bahsederken, alıntılar yaparken ve kitabı sevgiyle anarken bulduk. Eh, bundan sonra da bir sonraki durağımızı belirlemek pek zor olmadı.

Bütün yolcular altı kitabı da bitirdiklerinde, kadim Gont Limanı’na demirleyecek ve tahminleri gerçeklerle, ejderhaları insanlarla, kadınları erkeklerle ve Yerdeniz’i kendimizle kıyaslayıp, yine tadına doyulmaz bir mola vereceğiz.

Ama şimdi eski dünya rüzgarı batıdan esmekte… Yelkenler fora…
Hedefimiz İstanbul, limanımız Suskunlar…

11 Ocak 2009 Pazar

İlk Atölye Buluşmamız

1.Atölye
14.12.2008 Lokal/Tünel


Clastres'in arkaik toplumları üzerine yapmış olduğumuz toplantıda görmüş olduk ki bizden oldukça uzak bir zamanda ve uzak bir coğrafyada yaşayan Guayakiler, günümüze dair, hala oldukça can alıcı olan sorular sormaktadır. Tartışmalarımızda herkesin ilgisini çeken nokta da, söz konusu toplumların nasıl bu kadar sistemli bir şekilde (anarşizme de oldukça yakın şekilde) devlete karşı bir tavır almış olduklarıydı. Latin Amerika toplumlarının büyük bir bölümü, hiçbir zaman iktidarın toplumdan bölünmüş olduğu yapılarla karşılaşmadı. Güneyde yaşayanların belki İnka İmparatorluğu ile bir şekilde karşılaşmış olduklarını düşünebilirsek de, Guayakiler veya Guaraniler gibi marjinal toplumlar için böyle bir şey söylemek oldukça güç olacaktır. Peki hiçbir zaman devleti tanımamış bu toplumlar, nasıl ona karşı olabilir?

Toplantımızda hemen hemen herkes, Engels'e karşı olarak kesinti tezini daha makul bulduğundan buradan devam edeceğim. Arkaik toplumlar ile günümüz modern devletleri arasında şüphesiz bir kesinti var, toplumlar arasında niteliksel farklılıklar var ve aslında kesintinin de başlıca nedeni, yasa ile uygulama arasındaki siyasi iktidar ilişkilerini farklılaştıran bir kesintidir. İlkel toplumlarda Yasa ile uygulama ayrı tutulurken, kesintinin öbür tarafında yasa da uygulama da aynı dünyevi düzlemdedir. Yasalar mitsel dönemden gelir, onu uygulayıcı güç olarak ilkel toplum karşımıza çıkar. Toplum, yasanın dünyevi düzleme getirilmesine asla izin vermez. Sorumuzu tekrarlarsak; bu toplumlar devlet ile karşılaşmadan nasıl ona karşı büyük bir savunma mekanizması kurarlar? Çünkü bölünme tehlikesi bu toplumlarda içkindir. Yasa ile uygulamanın ayrı düzlemlerde bulunması, aynı zamanda bu toplumlara dengeyi bu şekilde tutmaları için bir çaba getirir. Karşı oldukları, yasanın mitsel alandan çıkarılmasıdır. Belki de buradan aslında dinlerine (veya ahlak veya hukuk kurallarına) fazlasıyla sıkı sıkıya bağlı bir toplum karşımıza çıkmaktadır. Peki kesintinin diğer tarafında ne olmuştur? Öncelikle yasa koyucu olarak tek bir kişi karşımıza çıkmıştır (monarşi) ve ardından da toplum kendini yasaların kaynağı olarak görmeye başlamıştır. Modern demokrasilerde, toplum yasaları kendisinin yaptığını düşünür. İktidar da meşruiyetini halktan alır, "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir'.

Belki de toplantıda en çok tartışılan konu, kadın konusu olmuştur. Ataerkil sistemler ilk ne şekilde karşımıza çıkmıştır, toplumsal cinsiyetlerin ardında kadın ve erkeği farklılaştıran özellikler nedir veya var mıdır gibi... Örneğin kadın gerçekten erkeğe göre nispeten daha duygusal mıdır yoksa toplum mu ona bunu atfetmiştir? Guayakilerden yola çıkarak aslında duygusallığın veya savaşçılığın toplumun yaratmış olduğu bir kurgu olduğunu düşünsem de acaba, bunların dışında yine de bir noktaya kadar bu özelliklerin biyolojik olup olamayacağına cevap vermek oldukça güçtür ki toplantıda da en çok tartışılan konular, toplumsal cinsiyet konusuna ilişkin olmuştu. Kadın-erkek hiyerarşisi nedeniyle hiçbir zaman toplumların 'gerçek' demokrasiye ulaşamadığını söyleyen iddiaya kulak verirsek, belki de en önemli sorunumuz da budur ve tartışmalarımızda gördük ki bir sonuca ulaşmak da hemen hemen imkansız. Ancak hepimiz şu noktada birleşebiliriz; elimizdeki veriler anaerkil bir toplumun dünyada herhangi bir zamanda gerçekleşip gerçekleşmediği hakkında kesin bir şey söylemiyor, ataerkilliğin tek sistem olduğunu bilmiyoruz. O nedenle neyin doğru ya da yanlış olduğunu değil, neyin kadın sorunu için daha iyi veya kötü olup olmadığını söylemek daha işlevsel olacaktır. Biyolojik farklılıkları ileri sürmek kadın için yararlı olacak mıdır yoksa ataerkillik için önemli bir sav mıdır? Kaldı ki siyaset felsefesi de teori ve pratiğin en çok birbirinden ayrıldığı alandır, çok özgürlükçü bir sistemden bahsediyoruz derken dünyanın en baskıcı sistemini de kurmuş olabiliriz. O nedenle problemin farkında olduğumuzu bilmek bir ölçü de yeterli gibi gelmekte...

Pierre Clastres belki farkında bile olmadan bize bunları sorgulattığı için, ne kadar tartışmalı bir düşüncesi olsa da önemini hala korumakta. 6-7 saate yakın süren toplantımız kendi adıma oldukça verimli geçti. Sonuç olarak sizin de Pierre Clastres'ten ve ilk toplantımızdan memnun kalmış olduğunuzu düşünüyorum. Kaldı ki bu konudaki tartışmalarımız Yerdeniz Büyücüsü ile kaldığı yerden devam edecektir...

5 Ocak 2009 Pazartesi

Eylül'e Veda

2.Atölye
28.12.2008 Beşiktaş

Eylül kitabını öneren kişi olarak onunla ilgili son yazıyı yazma görevi de bana düştü. Toplantıda anladığım kadarıyla herkes Eylül romanını beğenmiş, benim de romanla ilgili düşüncelerim bu yönde. Öncelikle Eylül'ün, kendi döneminin romancılık tekniğinin en iyi örneklerinden biri olduğunu düşünüyorum. Eylül'ün, dili ve üslubunu bir an için unuttuğumuzda, Mehmet Rauf'un bu romanı 100 yıl önce yazdığını düşünmek son derece güç. Anlatım, olayları bağlama, karakterlerin dönüşümü çok güzel inceliklerle işlenilmiş. Karakterlerin her bir hamlesi tasarlanarak romana dahil edilmiş. Bir de romanda en güzel şey Mehmet Rauf'un kendini eserinden soyutlaması. Yazar kesinlikle romanın içinden okuyucuya seslenmiyor ve karakterlerin yaşadıklarını taraf tutmaksızın yorumsuz olarak bize iletiyor. Böylece Süreyya, Suat ve Necib'in gerçekten varolduğunu ve bu olayları yaşadıklarını hissetmenizi sağlıyor.

Döneminin ötesinde olan bu kitap bittiğinde insana iyi ki okumuşum dedirtiyor...