26 Mayıs 2009 Salı

Hepimizin Aklında Takımadalar Var



Ursula K. Le Guin ile yapılmış Yerdeniz üzerine (Körlük'e de değindiği) bir röportaj, ilginizi çekebilir.
Virgül, Sayı 71, Mart 2004
Nicholas Lezard "Rowling daktilo edebiliyor, ama Le Guin yazabiliyor," diye yazdı. Harry Potter dizisinin olağanüstü başarılarını göz önünde bulundurarak Lezard’ın bu yorumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çok fazla bir fikrim yok. O kadar çok yetişkin eleştirmen birinci Harry Potter kitabının "inanılmaz özgünlüğü"nden dem vurup durunca ben de tüm bu yaygaranın kaynağı nedir diye merak edip kitabı okudum. Kafam hâlâ karışık: "Okul romanı"yla ters düşen hareketli bir çocuk fantazyası, o yaş grubu için iyi bir eğlence, ama üslubu sıradan, hayal gücü açısından yaratıcılıktan uzak ve ahlaki olarak oldukça zalim.
Etkili büyünün bir yolu olarak "hakiki isimler" keşfetme fikri nereden geldi? Sizi Yerdeniz üçlemesinde bunu bu kadar merkezi bir tema olarak kullanmaya iten neydi?
Büyüde çok eski bir düşüncedir bu, tüm dünyada vardır. Çocukken J. G. Frazer’ınAltın Dal (Golden Bough) serisinden parçalar okumuştum. Herhalde bu fikirle orada karşılaşmışımdır. Bir yazarın, kelimeleri birer araç olarak kullanmak durumunda olan bir sanatçının, isimlendirmeyi büyü, kelimeleri kudret olarak görmesi çok doğal.
Yerdeniz kitaplarının hafızalarda en çok yer eden imgelerinden biri "taştan duvar" ve ölülerin gri dünyası. Bir gölgeli umutsuzluk dünyası fikri bilimkurguda sıklıkla ortaya çıkıyor. Aklıma gelenler Philip K. Dick’in "mezar dünya"sı, C. S. Lewis’in The Great Divorce’undaki boz bulanık kasaba ve son olarak Philip Pullman’ın His Dark Materials’ındaki ölüler diyarı. Sanırım tüm bunlar antik çağlara dayanıyor, Tevrat’taki "Şeol"a yapılan göndermeler veya Yunanlıların ölüler ülkesi anlayışı. Sizce neden bu kadar çok yazar ölüm hakkında bu terimlerle konuşmuşlar ve bu konunun Yerdeniz’de bu kadar sıklıkla ortaya çıkmasının bir sebebi var mı?
Yerdeniz’in karanlık, kuru, değişmez öteki dünyasının temelleri Yunan-Roma’daki Hades fikrine, Dante’den bazı imgelere ve Rilke’nin ağıtlarından birine dayanıyor. Hiçbir şeyin değişmediği, "âşıkların sessizlik içinde birbirlerinin yanından geçtiği" bir gölge ve toz diyarı. Bu, ölümden sonra kişisel varoluşun neye benzeyeceği hakkında oldukça yaygın bir düşünüş şekli, modern bir anlayış olduğunu söylemek pek mümkün değil. Umarım, Öteki Rüzgar'da taştan duvarın yıkıldığını, tüm o toz ve sessizlik dünyasının "değiştiğini, geri dönmemecesine değiştiğini" fark etmişsinizdir.
Mülksüzler için karşıkültürün özgürlükçü komünal ethos’unun bir manifestosu deniyor.
Ben şöyle derdim: Mülksüzler bir anarşist ütopyacı roman. İçindeki düşünceler pasifist anarşist gelenekten geliyor. Kropotkin vs. Aynı şey 60’ların ve 70’lerin sözümona karşıkültürünün düşünceleri için de geçerli.
O zamanların karşıkültürünü şimdi nasıl değerlendiriyorsunuz? Dönüp baktığınızda iyi ve kötü tarafları nelerdi? Sizce 68’liler yaşlandıkça bilgeleştiler mi? Hâlâ aynı tür idealizmi paylaşıyor musunuz (tabii eğer hiç paylaştıysanız), yoksa umutlarınız ve görüşleriniz başka bir şekle mi büründü?
60’ların ve 70’lerin cömertliğini severdim. Geleceğe karşı taşıdıkları sorumluluk hissi kuvvetliydi. Bazı insanlar için bu sorumluluk hissi şimdi de kuvvetli: Yeşiller’de, şirketleşme karşıtı hareketlerde, savaş ve Bush karşıtı hareketlerde... Çoğu insan yaşlandıkça akıllanmıyor, sadece yaşlanıyor.
Taoizm takip ettiğiniz bir yol mu? Bireyselciliği bastırıp geleneksel kökleri yüceltmeyi amaçlayan bir anlayış değil mi? Yani 68’lilerin ideallerinin ve vasiyetlerinin bir antitezi?
Taoizm iki şeydir: Birincisi Mao Tse-Tung’un inanılmaz kültürel despotizmi tarafından neredeyse tamamen kökü kurutulan bir din; ben bu din hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyorum. Ötekisi bir felsefe, daha doğrusu son derece devrimci ve tamamen kurumsallaşma karşıtı bir düşünme biçimi. (İki bin yıl boyunca radikal kalmak kolay iş değil, ama Lao Tzu bunu başardı.) Din hakkında bilgi edinmek istiyorsanız bir rahip bulmanız gerekecek. Düşünme biçimi hakkında bilgi edinmek istiyorsanız Lao Tzu’yu ve Chuang Tzu’yu okuyun.
Belki çağdaşlarınızdan biraz farklı olduğunuzu hissediyorsunuz?
Yetmiş dört yaşında bir kadın neden herhangi birine ayak uydurmak istesin ki? Askerde falan mıyım?
Geçen sene verdiğim Ütopya Edebiyatı dersinde Mülksüzler'e de yer verdim. Tartışmamızın çoğu kitabın alt başlığı etrafında döndü: "İkircikli bir Ütopya." Eleştirmenler bu başlığın hem Anarres’in hem de Urras’ın farklı şekillerde ütopyacı olduklarını anlatmak için kullanıldığını savunuyorlardı. Fakat bu bizi tatmin etmedi çünkü Urras çok kasvetli ve baskıcı görünüyordu. Anarres, tüm arızalarına rağmen, ütopya geleneğine çok daha uygun görünüyordu. Neden bu alt başlığı seçtiniz?
Urras mı kasvetli ve baskıcı? Tüm o gösterişli mağazalara, lezzetli yemeklere, kolay sekse ve tavana vurmuş kapitalizme rağmen mi? Ben Urras’ın da Anarres’in de kendilerine göre meziyetleri ve hataları olduğunu düşündüm, böylelikle belli bir noktaya kadar ikisi de birbirleri için iyi birer örnek teşkil edebilirlerdi. Ama tabii ki benim kalbim Anarres’ten yana. Bu yüzden de bu ütopya diğerleri gibi kural koyucu olmak yerine belirsiz. Çelişkili. İki el de hünerli, iki elin de sunabilecekleri farklı.
Bir hikâyeyi yazmaya nereden başlıyorsunuz? Önce değinmek istediğiniz konuyu bulup bu konuyu canlandırabilecek dünyayı ve karakterleri sonradan mı yaratıyorsunuz? Yoksa dünyalar ve karakterler beraberlerinde konularını da mı getiriyor?
Evet. Çoğunlukla. Aslında insanlar ve konular bir küme ya da düğüm halinde hep beraber geliyorlar ve hikâyeyi yazmak da bu düğümü çözmek anlamına geliyor.
Ben ve kardeşlerim Yerdeniz kitaplarını okurken hikâyeye çok "dahil" edildiğimizi hissettik. 1970’lerin İngiltere’sinde büyüyen siyah çocuklardık ve çok erken yaşlarda, Yüzüklerin Efendisi ya da Dune gibi kitapların (ne kadar çok seversek sevelim) bizi içlerine almadıklarını, hatta dışladıklarını fark ettik. Ged’i koyu tenli olarak tasvir ediyorsunuz; ben ve kardeşlerim seneler boyunca onun siyah olup olmadığını tartıştık.
Ged’i koyu kahverengimsi-kızıl olarak görüyorum ve kitaptaki tüm diğer insanları da (Karglar ve Serret hariç) kahverengi, kahve-kızıl veya siyah olarak. Bir başka deyişle, Takımada’da standart olan "renkli insanlar," beyazlar ayrıksı kaçıyor. Kargad Adaları’nda ise tam tersi geçerli. Ged’in ne kadar koyu tenli olduğuna karar vermek size düşüyor! Neden olmasın? Kuralları okuyucular koyar, değil mi? Ama kapak illüstratörleri beni deliye döndürüyorlar, herkesi illa da beyaz yapmak istiyorlar. Sanırım beyaz insanların çoğu, çoğu bilimkurgu ve fantazya kitabımdaki çoğu insanın beyaz olmadığını anlamakta güçlük çekiyor. Şaşmamak lazım.
Yerdeniz hikâyelerinin ilham kaynağı neydi, politik düşünceleriniz mi, hayal gücünüz mü, yoksa sadece iyi bir hikâye anlatma ihtiyacı mı?
Bunu itiraf etmekten nefret ediyorum ama fikir bir yayıncıdan geldi. On bir yaş ve üstü için bir fantezi kitabı yazmamı istedi. "Çocuklar için hiç yazmadım, nasıl olur bilmiyorum" dedim. Sonra eve gidip çocuklar hakkında düşündüm. Oğlan çocukları. Bir oğlan büyü yapabilen sakallı bir adama nasıl dönüşüyor? Ve kitap ortaya çıktı... Tekrar düşününce, Ged’in hiçbir zaman sakalı olmadı.
Yerdeniz üçlemesinin daha derin boyutunu her zaman takdir etmişimdir, özellikle de yaşam ve ölümün doğasının tasavvur edilişini. En Uzak Sahil'de Ged’in ölümden sonra yaşam hakkında Cob’a verdiği mesaj: "Burada toz ve gölgeden başka bir şey yok. Orada ise o, toprak, güneş ışığı, ağaçların yaprakları, kartalın uçuşu. Yaşıyor. Ve ölmüş olan herkes, canlı..." Bu bende yer etti, babam öldüğü zaman benim için çok büyük bir teselli oldu.
Bunu söylediğiniz için teşekkür ederim. Yerdeniz Büyücüsü İngiltere’de piyasaya çıktıktan kısa süre sonra bir bilimkurgu dergisinde hakkında bir eleştiri yazısı çıktı. Eleştirmen kitabı "teselli edici" ve "cesaretlendirici" olmakla suçlamıştı. Tamam, eğer teselli yapaysa, cesaret temelsizse böyle bir eleştiri haklıdır, peki ama teselli ve cesaret, tanımları gereği yapay, temelsiz –aptalca, gevşek, anlamsız, çocukça– duygusal mıdırlar? Yazarlar sadece zalim dürüstlükleriyle tehdit etmek, dehşete düşürmek, bunaltmak için mi varlar: Dürüstçe umut vermeye hakkımız yok mu?
Eleştirmene mektup yazıp ne düşündüğümü ve bu konuda Tolkien’in de bana arka çıkacağına inandığımı söyledim. O da bana kibar bir cevap yazdı, kitabın çocuklar için yazılmış olduğunu göz önünde bulundurmamış olduğunu söyledi. Anladığım kadarıyla çocukları teselli etmeye izin var ama yetişkinleri yok.
Sanırım bu tavır şöyle garip bir inançtan kaynaklanıyor: Ortalama okuyucu o kadar mutlu, o kadar enayice inançlı, o kadar aptalca güven dolu ki ortalama yazarın yegâne vazifesi okuyucusunu hayatın zor ve acılarla dolu olduğuna ve hiçbir teselli bulunmadığına ikna etmek. Benim tanıdığım çoğu yetişkin, hayatın zorluklarının zaten farkındalar ve sanattan bu bilgiyi hem onaylamasını hem de bir umut teşkil etmesini bekliyorlar.
Seneler önce Endonezya’ya seyahat ettim. O takımadanın Yerdeniz’in ilham kaynağı olabileceğini düşündüm. Eğer değilse, nedir?
Hepimizin aklında takımadalar olduğunu düşünüyorum.
Yazdıklarınızın çoğu, kurgulanmış toplumlar üzerine yapılmış antropolojik çalışmalar olarak tanımlanabilir. Babanızın bir antropolog olduğunu biliyorum; hâlâ antropoloji okuyor musunuz ve özellikle takdir ettiğiniz antropologlar var mı?
Claude Lévi-Strauss kafamı oldukça meşgul etmiştir, aynı şeyi Clifford Geertz için de söyleyebilirim.
Anarres yerleşimcilerinin sade, anti-materyalist, devrimci ruhları bana biraz, idealist Avrupalı sosyalist ve anarşistler tarafından kurulan kibutzları hatırlattı. Kitabı yazarken aklınızda bu veya başka deneysel topluluklar var mıydı?
Evet, Anarres’i kurgularken kibutzlar hakkında bilgi topladım. Daha önemli bir kaynak ise Amerikalı pasifist anarşist Paul Goodman ile kardeşinin çalışmalarıydı.
En Uzak Sahil'deÇevik Atmaca’nın maceralarla dolu bir hayatı vardı;Tehanu’da ise hayatı belalarla doluydu. İki kitap arasında on sekiz yıla yakın bir süre geçtiğinin farkındayım, aradan geçen bu zamanın Yerdeniz’i ve sakinlerini tekrar gözden geçirmenize nasıl yardımcı olduğunu (ya da bunu nasıl zorlaştırdığını) anlatabilir misiniz?
Kısaca, iki kitap arasında geçen on yedi sene içerisinde feminizm yeniden doğdu ve ben on yedi yaş büyüdüm. Bu sırada da oldukça çok şey öğrendim. Öğrendiğim şeylerden biri de fahri ya da sahte bir erkek gibi değil, bir kadın gibi yazmak oldu. Bir kadının bakış açısından Yerdeniz, bir erkeğin bakış açısından göründüğünden çok farklı görünüyordu. Yapmam gereken tek şey onu, güçsüzün, fakirleştirilmişin –kadınlar, çocuklar, gücünü çarçur edip "sıradan" bir insan gibi yaşamak zorunda kalan bir büyücü– bakış açısından tasvir etmekti. Ged’i cezalandırdığım için beni azarladılar. Oysa ben onu ödüllendirdiğimi sanıyordum.
Sizce Tao’nun ruhunu en iyi şekilde temsil eden modern yazarlar kimler?
Gerçekten bilmiyorum. Sanırım José Saramago’nun romanlarının bana bu kadar çok hitap etmesinin bir sebebi de onun insanlarının olaylarla beraber ilerlemesi, onları kontrol etmeye çalışmaması – yapmadan yapıyorlar. Körlük’ün başkarakteri olan kadın benim için gerçekten büyük bir kahraman.
Birisi Endonezya’nın Yerdeniz’i ilham edip etmediğini merak etmiş, bu bana ilginç geldi çünkü ben orayı Antik Yunan’ı hayal ettiğim gibi canlandırmıştım, hem manzara hem de kültür açısından. Size ait bir şeyi insanların kafalarında nasıl canlandırdıklarını duymak garip olmalı, yoksa kitap yayımlandıktan sonra tüm bunların sizin olmaktan çıktığını mı hissediyorsunuz?
Şey, evet, kısmen –sizin oluyorlar, okuyucunun– bu reddedilemez ve engellenemez. Peki bu benim kafamda onları değiştiriyor mu? Kesinlikle hayır. Sizinki Yunan, benimki değil, fark etmez. Bir çok Yerdeniz var, birçok takımada; söylediğim gibi, hepsi kafalarımızın içinde. Benim Yerdeniz’imin neye benzediğini görmek isterseniz Sicilya adalarına veya sisli bir sabah vakti California’nın kuzey sahillerindeki Trinidad adlı küçük koya gidebilirsiniz. Ama ben bu iki yeri Takımada’yı kafamda kurduktan çok sonra gördüm. "Ah! Evet! Burası tıpkı Batı Burnu’na benziyor" diyebilmek güzeldi.
Yerdeniz’de yaşayan halkları belli insan kültürlerini temel alarak mı oluşturdunuz?
Hayır. Yerdeniz bildiğimiz Endüstri Devrimi öncesi fantezi dünyalarından bir tanesi. Takımada’da yaşayanlar çiftçi/tüccar, köy/küçük şehir insanları, tıpkı XIX. yüzyıl öncesinde yaşayan herkes gibi. (Ama büyüleri işe yarıyor, bu da onları biraz farklı kılıyor!) Çölde yaşayan Karg’lar ise daha savaşçı, daha dindar bir halk ve büyü yapmıyorlar.
Neden tüm büyücüleri erkek yapıp hepsinin de eline kocaman değnekler verdiniz? Meslektaşım Freud bunun arkasında yatan sebebi öğrenmek için can atardı.
Fahri bir erkek yerine bir kadın gibi yazmayı öğrenmek hakkında yukarıda söylediklerimi okuyabilirsiniz. Freud’a da benden bir puro gönderebilirsiniz.
Karanlığın Son Eli hakkındaki şimdiki fikirlerinizi merak ediyorum.
Üzerinden neredeyse otuz beş yıl geçti. Uzun süredir hoş, yakışıklı ve yetişkin bir kitap. Kendi hayatını kazanıyor, kendine ait bir duruşu var; annesinin onun için yapabileceği tek şey iyiliğini dilemek.
Yarattığınız dünyalar ve gezegenler arasında en çok sevdiğiniz hangisi? Ben özellikle beş bin yıldır hiç savaşmamış olan ve neredeyse tüm mimari ve teknolojisinin (mesela trenler) çok eski olduğu O’dan hoşlanıyorum. Dörtlü evlilikler de kulağa ilginç geliyor, tabii zor oldukları da kesin...
Güzel bir soru. Sürekli geri dönüp durduğuma göre herhalde en çok Yerdeniz’i seviyorum. Eskiden Orsinia’ya gitmekten çok keyif alırdım, ama şimdi oraya giden yolu bulamıyorum. Bu beni endişelendiriyor.
O’yu da seviyorum. Orada kendimi oldukça rahat hissettim. Dörtlü evlilikler ve her şey... Duygusal açıdan kendi hayatlarını zorlaştırıyorlar ama kontrolden çıkmış, üzerine düşünülmemiş karışık teknolojinin (otomobil, uçak, silahlar, elektronik haberleşme, genetik müdahale vs) bunu yapmasına izin vermiyorlar. Aynı zamanda nüfusu da kontrol altında tutuyorlar.
Bizim yaptığımız gibi, her şeyin önce bir ihtiyaç, sonra bir zorunluluk, en nihayetinde de tam bir çöplük haline gelmesine izin vermektense karışık teknolojiden istediğini alıp ihtiyacı olmayanı geri çevirebilecek cesarete ve karakter sağlamlığına sahip bir toplum hayal etmek hoşuma gidiyor.

Hep Yuvaya Dönmek’teki Na Vadi’si herhalde en çok yaşamak isteyeceğim yer, sanırım bunun sebebi çocukluğumun tüm yazlarında orada yaşamış olmam.

21 Mayıs 2009 Perşembe

Komşu Blog

Merhabalar arkadaşlar,
Afrikalı Leo ( evet, 'bu kadar olay da hep aynı insanın mı başına gelir, kurgu da biraz abartılı' nidalarımız hala kulağımda) hakkında düştüğümüz yanılgıdan bizi kurtaran rehberlerimin de bir okuma atölyesi ve blogu var size daha önce söylediğim gibi... Aşağıdaki de onların blogunun linki, feyz almak, zevk alıp okumak ve en önemlisi eğlenmek için, buyrunuz:

http://www.ayseninkitapkulubu.blogspot.com/

Görünen o ki kendi atölyemizde yeni misafirler ağırlamak veya bu atölyeye temsilci göndermek gibi etkinlikler bizleri bekliyor!

Sevgilerimle...

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Afrikalı Leo Gerçeği...

Sevgili Sürçülisan Güncesi sakinleri,

Pek sevdiğimiz Afrikalı Leo'muzun hayat hikayesinin Wikipedia kaynaklı özetini sizler için çevirdim, buyrun afiyetle okuyun. Gerçekten, sen neymişsin be Leo demek istiyorum ve kurgu ile ilgili ettiğim yorumları aynen geri alıyorum.


Joannes Leo Africanus, (d. 1494 – ö. 1554?) (ya da al-Hasan ibn Muhammad al-Wazzan al-Fasi,) Arap diplomat ve yazar. En önemli eseri Kuzey Afrika’nın coğrafyasını anlattığı “Afrika’nın Tanıtımı” (Descrittione dell’Africa) adlı kitabıdır.

Hayatı hakkında bilinenlerin çoğu eserlerinde bulunan otobiyografik notlardır. Afrikalı Leo Granada’da tahminen 1494 yılında doğmuştur. Doğumundan kısa bir sure sonra ailesi Fas’a göçmüştür. Fas’ta El Karin üniversitesinde okumuştur. Genç bir adamken amcasıyla Mağrip’e diplomatik bir yolculuğa çıkmıştır. Bu yolculuğunda Songhai İmparatorluğunun bir parçası olan Timbuktu’ya kadar gitmiştir. 1517’de İstanbul’dan Sultan II.Mehmet adına bir diplomatik yolculuktan dönerken kendini Osmanlı işgali altındaki Mısır’da bulmuştur. Yolculuklarına Kahire, Aswan ve büyük ihtimalle Mekke’de hac vazifesini yerine getirdiği Arabistan’a kadar devam etmiştir. Tunus’a dönüş yolunda (1518) İspanyollar korsanlar tarafından Girit civarında yakalanmıştır. Roma’ya götürülüp Sant’ Angelo kalesine hapsedilmiştir. Bilgili bir kişi olduğu anlaşılınca özgür bırakılıp Papa X. Leo’ya takdim edilmiştir. Saint Peter Bazilikası’nda vaftiz edilmiştir (1520). Papalık meclisine kabul edilmiş olması mümkündür zira Papa Türk kuvvetlerin Sicilya ve İtalya’yı işgal etmesinden çekinmektedir ve Kuzey Afrika konusunda bilgili birisinin yardımlarına ihtiyaç duymaktadır.

Afrikalı Leo Roma’dan ayrılıp 3-4 sene İtalya’yı gezmiştir. Bologna’da yaşarken bugün sadece Arapça kısmı kalan Arapça-İbranice-Latince bir tıp sözlüğü ve sadece 8 sayfası kalan bir Arapça gramer kitabı yazmıştır 1526’da Papa VII. Clement’in korumasında Roma’ya geri dönmüştür. Leo’ya gore Afrika yazılarını da aynı yıl tamamlamıştır. Eser İtalyanca olarak “Della descrittione dell’Africa et delle cose notabili cheiui sono” adıyla Giovan Lioni Africano mahlasıyla 1550 yılında Venedikli bir yayıncı olan Giovanni Battista Ramusio tarafından yayınlanmıştır. Kitap çok meşhur olmuş ve 5 kez yeniden basımı yapılmıştır. Başka dillere de çevrilmiştir. Fransızca ve Latince çevirileri 1556 yılında, İngilizce çevirisi ise 1600 yılında “A Geographical Historie of Africa“ adıyla yayınlanmıştır. Birçok hata ve yanlış tercüme içeren Latince çevirisi İngilizce çeviriye kaynak olmuştur.

Afrikalı Leo’nun anlattığı her yere gitmiş olması pek mümkün görünmemektedir. Diğer gezginlerin bilgilerinden faydalandığı düşünülmektedir. Özellikle Hausaland ve Bornu’ya gitmiş olması şüphelidir. Hatta Sahra’yı geçmediği, orası hakkındaki bilgilerini Fas’ta tanıştığı gezginlerden edindiği de öne sürülmektedir.

Leo’nun sonraki yaşamı hakkında hiçbir bilgi yoktur. Söylentilerden birine gore 1527’de şehrin yağmalanmasından sonra Roma’dan ayrılmış ve 1554’de Tunus’ta tekrar Müslüman olarak ölmüştür.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Yusuf el-Esad de Medici

7.Atölye
10.05.2009 Bostancı


Herhalde bu başlık size Afrikalı Leo'nun karmaşık kimliğini anlatmak için yeterli olur. Romanı bitirdiğimde Leo'ya, yani Hasan'a kızgındım. Bu ne vurdumduymazlık diyordum, çoluğunu çocuğunu bırak maceradan maceraya sürüklen! Olacak iş mi demiştim kendi kendime. Ama toplantı sırasında damla sakızlı Türk kahvelerimizi yudumlarken Hasan'ın özgürlüğünü kıskandığım için ona kızmış olabileceğimi düşündüm. Kervanlar, maceralar, şehirler, dinler, diller, aşklar... Öyle olmasını istese de hiçbir şey onun değildi ya da belki de her şey onundu. Her kadını ilk kez aşık olmuş gibi seviyordu, her şehri benimseyebiliyordu, tüm diller ve dinler onundu. Sanırım bunun için biraz kıskandım onu; çünkü çok özgürdü. Onun özgürlüğünü insanların kafalarındaki kalıplar değil, yalnızca doğa ve işgaller kısıtlıyordu. Hatta o bile kısıtlayamıyordu çünkü Hasan başına gelen her şeyi büyük bir tevekkülle benimsiyordu. Başına gelen hiçbir şeye kızmıyordu. Herhalde beni kızdıran onun bu dinginliğiydi.

Toplantıda bize ilginç gelen diğer bir konu ise köleliğin tüm toplumlar tarafından koşulsuz benimsenmesiydi. Köleliği her an herkesin başına gelebilecek bir olay gibi görüyorlar diye düşündük. Öyle ki bir gün zengin bir tüccar iken ertesi gün yaşadığın şehir işgal edilebiliyor ve tüm ailenle birlikte köle olabiliyorsun.

Fakat şüphesiz mülkiyet duygusunun zayıflığı idi bizi etkileyen. Ne şehirlerin ne evlerin ne de çocuklarının kendilerine ait olmadıklarının farkındalar. Bu da onları bizden özgür kılıyor. Her şeye baştan başlama gücü veriyor onlara. Eşyalara ve kişilere bu kadar bağlı olmadıkları için kayıplarına ağlamak yerine hayata baştan başlıyorlar. Hasan bir gecede tüm varsıllığını kaybediyor ama ağzından umutsuzluğa dair bir söz çıkmıyor. Kader ve talih eski insanların en iyi dostlarıymış sanırım, onları bir gecede beş parasız bırakabilirken yine bir gecede üç nesillerine yetecek kadar mülk kazandırabiliyor.

Ama bu insanlar kaderin ve talihin rüzgarında yaprak gibi savrulmaya hazır, oysa bizler dallarımıza tutunmak ve kopmamak için ne çok çaba sarfediyoruz!