14 Şubat 2009 Cumartesi

Dinle Neyden...

4.Atölye
08.02.2009 Lokal/Tünel

Dinle neyden ki hikaye etmede
Ayrılıklardan şikayet etmede

Mesnevi/Mevlana

Ney, sazlıklarda yetişen bir bitki ve ondan üretilen çalgının adı imiş. Hz. Muhammed’in ilahi aşkın sırrını Hz. Ali’ye söylediği, onun da içinde tutamayıp bu sırrı bir kuyuya açtığı, kör kuyunun dayanamayıp taştığı ve her yeri su bastığı, suların kenarında yetişen kamışlardan üretilen o çalgının ney olduğu, o günden beri de neyin ilahi sırrı anlattığı rivayet edilir.

İlahi olandan ayrı düşen insanın serzenişi ile neyin şikâyeti arasında bir bağ olduğu kadar, topraktan yaratılıp içine ilahi nefes üflenen âdemoğulları ile neyin kendisi arasında da bir bağ vardır: Ney, dokuz boğum ve altısı önde olmak üzere yedi delikten oluşmaktadır ki bu dokuz boğum insan gırtlağındaki dokuz boğumu; yedi delik ise kulaklar, gözler, burun ve ağız olmak üzere insan başındaki delikleri temsil etmektedir.

İşte Eflatun’un nerden geldiğini anlamadan duyduğu, ona ilahi sırrı anlatan sesin kaynağı olan ney’in hikâyesi kısaca böyle imiş. Hem de Mevlana’ya göre ney, aşkı arayanlara yol gösterir imiş, semazenlerin semah dönerken yani batıni seyahata çıkarken ney dinlemesi de bundanmış. Bizim Eflatun’umuzun, yedi günahın pençesinden gönlü yara almadan çıktığı sayfalar süren seyahatindeki kılavuzu da neyin sesiydi zaten.

Atölyemiz sırasında ney gibi isimlerin de bir şeyleri temsil ettiğine (isimlerin büyülü hem de büyücü olduğuna) kani olduğumuz için, Eflatun’un Platon’a gönderme olup olamayacağını da tartıştık. Diğer göndermelerin isimleri aslına benzemez ama hayatları tamamen birbirini anıştırırken Eflatun’un isminin birebir aynı kalması ama hayatının nerdeyse hiç benzememesi bu fikri bizden uzaklaştırmadı değil. Yine de İhsan Oktay Anar’ın engin bilgisi karşısında, Eflatun’un mağaradaki insanlarıyla bizim Eflatun’umuzun perdeyi kaldırıp gölgeleri değil de artık güneşi görmesi arasında bir bağ olabileceğine karar verdik. Ruh, beden içerisinde bir hapishanededir diyor ise Platon ve idealar dünyası ile formlar dünyasını birbirinden ayırıp ölümsüz ruha dayandırıyorsa felsefesini ve madem ki görünen alem, görünmeyene şahit olmak için yaratılmış, bir gönderme de kaçınılmaz aslında…

Muhteşem Batın Hazretleri’nin Tanrıya, oğlu Zahir’in de Hz.İsa’ya gönderme olduğu ise hepimizce çok açıktı. Özellikle balık şeklindeki kandile üfleyen Muhteşem Batın Hazretleri gittikten sonra, masada canlı bir balık bulunması bütün şüpheleri giderir cinstendi. Bununla beraber Hz. İsa göndermesi konusunda bazı kuşkularımız da uyanmadı değil. Zahir sanki daha toy, hatta biraz asabi bir oğuldu bize göre, özellikle Hz.İsa ‘ilk taşı en günahsız olan atsın.’ derken ve taşlamayı reddederken, bizim Zahir’in pek bir hevesli çıkmasını tam olarak bir yerlere bağlayamadık. Cüce Efendi’nin verdiği din bilgilerindeki eksikliğin ise yazarın bir kusuru olmadığına, bizatihi bunun, Cüce Efendi’nin kusuru olduğuna, onun rolünü iyi oynayamadığına karar verdik.

Yedi sayısına göndermeler, Habil ile Kabil’in hikayesi, dünyanın yedi günde yaratılışı, Lazarus’un dirilişi, kalbi 666 dakikada bir atan Tağut, zekat niyetine kafa sermayesinin kırkta biriyle kitap yazan daha niceleri ile bezeli, yaratma tutkusundan, hakikat arayışından dem vuran bir kitap Suskunlar ve bizim fark edemediğimiz çok daha fazlasından…

Anar’ın, kitabın sırasıyla Yegah, Dügah ve Segah adlı birinci, ikinci ve üçüncü bölümlerinde anlattığı rüyayı değil anlamak, birbirine geçmiş bu hikayeleri özetlemek bile zor, ama çabası bile keyifli!

Susup neyi dinlemeli madem, biz de Yansımalar’ın üflediği neyin eşliğinde tamamladığımız atölyemizin çıkışında, yirmi adım ötemizdeki Galata Mevlevihanesi’ne uğradık, ney değilse de uzun boylu, çekik gözlü bir adamdı bizi çağıran…

1 yorum:

cubera dedi ki...

Yazınızı çok beğendim.

Mustafa Önder Pembe
http://twitter.com/#!/innerprompter

Yorum Gönder