19 Ocak 2009 Pazartesi

isimler ki büyülüdür...

isimler ki büyülüdür/ sade büyülü mü/ isimler hem de büyücüdür...

öyle ise/ köprü dediğin sahte/ bir ayağı orada/ bir ayağı burada/ iki ayrı isim taşır/ iki tarafında/ helak eder kendini/ ikibaşlılığını saklayabilmek için/ gerim gerim gerilirken derisi/ çatır çatır ederken kemikleri/ birer birer dökülsün daha iyi/ taştan etleri/ varsın/ köprü yıkılsın/ ne geçmişte/ ne gelecekte/ hemen şu an yıkılsın/ bir ismi/ öteki isme/ bağlamak yerine/ tez elden/ suya karışsın/ varsın/ köprü dediğin/ su olsun...

Pinhan/ Elif Şafak

Ged'in yolculuğu Pinhan'ın yolculuğuna, Pinhan'ınki Eflatun'un yolculuğuna karıştı... Zor bir atölye bizi bekliyor, kendi tecrübelerimi aşan, dahası tasavvuf bilgimin çok ötesinde bir yolculuk bu... Pek sakin sulara yelken açmadığımızı, kaptanınızın acemi olduğunu belirtme gereği hissettim Suskunlar'ı tekrar elime alınca. Bol bol sürçülisan etme hakkını saklı tutarak dalgalarda boğulma ihtimalimizi en aza indirgemek için birkaç soruyu, üzerinde konuşulabilecek belli başlı konuları buraya not düşebiliriz. Önerilerinizi bekliyorum şimdiden...

13 Ocak 2009 Salı

Suskunlar


Eflâtun rengi hayaller kuran bir “suskun”un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, satırlar akıp giderken. O ise, muzip bir tebessümle size eşlik edecek, sessizce... Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin “gerçekliği”nde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek. Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin sessizliğinin “nefesini üfleyen” ve ona “can veren” bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü... Bağdasar, Kirkor, Dâvut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael, Tağut, Veysel Bey ve diğerleri... Onlar, sessizliğin evreninden İhsan Oktay Anar’ın düş dünyasına duhûl ederek suskunluklarını bozmuşlardır.
Bir meczûp aşkı tattı, bir âşıksa aşkına şarkılar yazıp ruhunu maviyle bezedi; diğeri, kaybolduğu dünyada bir sesin peşine düşerek kendini buldu. Nevâ, belki de, herkesin âşık olduğu bir kadının pür hayâliydi. Hayâlet avcısı, kendi ruhunu yakalamaya çalıştı. Zâhir ve Bâtın ise, zıtlıkların muhteşem birliğinde denge bulan iki ayrı gücün cisimleşmiş hâliydi. Suskunlar’ı okuduktan sonra aynaya bakmak, yansıyan aksinizde gerçeği görmek, gördüğünüzü işitmek ve duyduklarınızla sağırlaşıp susmak isteyeceksiniz. Sayfalar tükenip bittiğinde, kim bilir, belki de “suskunlar”dan biri olacaksınız…
(Arka kapak yazısıdır.)

12 Ocak 2009 Pazartesi

Yerdeniz'e Mola...

3.Atölye
11 Ocak 2009 Moda


Kaptan’ın Seyir Defteri:

Yerdeniz’e olan yolculuğumuza, Havnor’un ak limanlarında bir solukta geçen kısa bir mola vermiştik. Yağmurlu ve soğuk bir Ocak akşamı kendimizi sıcak bir hanın kuytu bir köşesine atıp yolculuğumuzu ve yorgunluğumuzu paylaşmaktı amacımız. Tadı damağımızda kalan bu ziyarette Yerdeniz’in efsanelerini, geleneklerini ve sihrini enine boyuna düşündük, taşındık, konuştuk. Sevgili ozanımız Ursula Le Guin’in bize hediye ettiği bu bilgelik dolu eseri ne çok sevdiğimizi, Ged’in büyülü yolculuğunu ne heyecanlarla, ne korkularla takip edip sonunda onunla birlikte ne kadar büyüdüğümüzü anlattık birbirimize.
Ben gemimizin kaptanı olarak, Sürçülisan dostlarını İç Adalar’ın bu çetrefilli sularına sokmadan önce bu dünya ile ilgili öğrenilecek her şeyi öğrenmiş, altı kitabı da okumuştum. Bu sebeple Sürçülisan dostlarının çıkarımlarını, teorilerini kendimi zor tutarak dinledim ama çok da mutlu oldum. Bu seyir defterine tahminlerimizin bazılarını kaydetmek ve kitaplar bittiğinde bir dönüp bakabilmek istedik.

İşte Yerdeniz hakkındaki spekülasyonlar (Orkun ve Şebnem’in ikinci kitap olan Atuan Mezarları’nı da okumuş olduğunu belirtmeliyiz.) :
1- Orkun, İç Adaların büyücülüğü normal sayan esmer ahalisi ile Karg Adaları’nın beyaz tenli, büyücülüğe değil de Tanrı Krallara ve Yer’in Kadim Güçleri’ne inanan ahalisinin farklı ırklara mensup olduklarını öne sürdü (bir nevi insan ve elf ayrımı gibi). Bu teorinin temelinde hem büyüye dair temel fikir ayrılıkları, hem fiziksel farklılıkları hem de Kadim Lisan ve Gerçek İsimler’e dair geleneklerinin apayrı olması vardı. Bu sorunun cevabı için 4. Kitap olan Tehanu’yu beklememiz gerekecek.
2- Merve, Kadim Lisan’ı Babil Kulesi’nde konuşulan ortak dile benzetti ve daha sonra toplumsal bir sözleşme ile bir ayrım yaşandığını düşündü. Diğer dillerin oluşumu ile birlikte de ayrılıkların ve çatışmaların ortaya çıktığını varsaydı. Bu soru da ancak Tehanu’nun zihin açıcı sayfalarında yanıt bulabilecek.
3- Ortak olarak Gont’taki büyünün diğer adaların büyülerinden farklı olduğuna değindik. Bu konu ile ilgili diğer kitapların hepsi ipuçları içerse de en önemli ipucu 6. Kitap olan Yerdeniz Öyküleri’nde verilecek.
4- Toplumsal cinsiyet konusunda birinci kitabın çok fazla sorgulama yapmadığını ama bazı sorunları da göz önüne serdiğini konuştuk. Buna örnek olarak Roke Adası’ndaki Büyücülük Okulu’nun kadınlara kapalı olmasını gösterdik. Bu bariz bir ayrımdı ama birinci kitap bu konuyu sadece ortaya koyup üzerinde herhangi bir tartışma açmadı. İleriki kitaplarda bu konuya değinileceğini tahmin ettik.
5- Ve ayrıca Büyücülük Okulu ekolünün bütün kadın büyülerini dışlaması ve “Kadın büyüsü kadar zayıf, kadın büyüsü kadar habis” deyişinin mutlak kabul görüyor olması bizi kurumsallaşmış yapıdaki cinsiyet ayrımını düşünmeye sevketti.
6- Ged’in Gont’dan ayrılırken bindiği Gölge adlı geminin mürettebatı arasındaki dostluk ve kardeşlik ilişkisi ile daha sonra Osskil’e giderken bindiği gemideki ilişkiler arasındaki fark bizi ekonomik yapıların insan ilişkileri üzerindeki etkileri hakkında düşündürdü. 'Yarısı kırbaçlanan yarısı kırbaçlanmayan insanlar arasında bir kardeşliğin de mümkün olamayacağını' anlatan Le Guin, sınıf ayrımının olduğu toplumlarda insanların birbirlerine yabancılaşacağına değindi bizce. Bu konuya diğer kitaplarda da değineceğini düşündük.

Ayrıca , hepimiz Kadim Lisan ( Yaradılış Lisanı ) unsurunun tasavvuf inancına bir gönderme olduğunu düşündük. Gerçek İsimler’in önemi ve Yaradılış Lisanı’nda söylenen bir sözün yaratmak anlamına gelmesi agnostik felsefenin ve tasavvufun temellerinden biridir. Bu felsefi sistemlerde Söz ve Nefes kavramlarının önemi vurgulanmıştır. Yerdeniz’in ejderhaları ve büyücüleri de bu kavramlara inanıp onları kullanıyor ve birçok noktada da tasavvufun derin alanlarına göndermeler yapıyorlar. Ged’in gölgenin peşinden çıktığı yolculuk, bir kendini bilme, kendine varma bir diğer deyişle Fenafillah’a ermek yolculuğu değil midir? İşte bu sebeple başka bir tadına doyum olmaz tasavvufi kitaba çekildi düşüncelerimiz. İster istemez kendimizi İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’ından bahsederken, alıntılar yaparken ve kitabı sevgiyle anarken bulduk. Eh, bundan sonra da bir sonraki durağımızı belirlemek pek zor olmadı.

Bütün yolcular altı kitabı da bitirdiklerinde, kadim Gont Limanı’na demirleyecek ve tahminleri gerçeklerle, ejderhaları insanlarla, kadınları erkeklerle ve Yerdeniz’i kendimizle kıyaslayıp, yine tadına doyulmaz bir mola vereceğiz.

Ama şimdi eski dünya rüzgarı batıdan esmekte… Yelkenler fora…
Hedefimiz İstanbul, limanımız Suskunlar…

11 Ocak 2009 Pazar

İlk Atölye Buluşmamız

1.Atölye
14.12.2008 Lokal/Tünel


Clastres'in arkaik toplumları üzerine yapmış olduğumuz toplantıda görmüş olduk ki bizden oldukça uzak bir zamanda ve uzak bir coğrafyada yaşayan Guayakiler, günümüze dair, hala oldukça can alıcı olan sorular sormaktadır. Tartışmalarımızda herkesin ilgisini çeken nokta da, söz konusu toplumların nasıl bu kadar sistemli bir şekilde (anarşizme de oldukça yakın şekilde) devlete karşı bir tavır almış olduklarıydı. Latin Amerika toplumlarının büyük bir bölümü, hiçbir zaman iktidarın toplumdan bölünmüş olduğu yapılarla karşılaşmadı. Güneyde yaşayanların belki İnka İmparatorluğu ile bir şekilde karşılaşmış olduklarını düşünebilirsek de, Guayakiler veya Guaraniler gibi marjinal toplumlar için böyle bir şey söylemek oldukça güç olacaktır. Peki hiçbir zaman devleti tanımamış bu toplumlar, nasıl ona karşı olabilir?

Toplantımızda hemen hemen herkes, Engels'e karşı olarak kesinti tezini daha makul bulduğundan buradan devam edeceğim. Arkaik toplumlar ile günümüz modern devletleri arasında şüphesiz bir kesinti var, toplumlar arasında niteliksel farklılıklar var ve aslında kesintinin de başlıca nedeni, yasa ile uygulama arasındaki siyasi iktidar ilişkilerini farklılaştıran bir kesintidir. İlkel toplumlarda Yasa ile uygulama ayrı tutulurken, kesintinin öbür tarafında yasa da uygulama da aynı dünyevi düzlemdedir. Yasalar mitsel dönemden gelir, onu uygulayıcı güç olarak ilkel toplum karşımıza çıkar. Toplum, yasanın dünyevi düzleme getirilmesine asla izin vermez. Sorumuzu tekrarlarsak; bu toplumlar devlet ile karşılaşmadan nasıl ona karşı büyük bir savunma mekanizması kurarlar? Çünkü bölünme tehlikesi bu toplumlarda içkindir. Yasa ile uygulamanın ayrı düzlemlerde bulunması, aynı zamanda bu toplumlara dengeyi bu şekilde tutmaları için bir çaba getirir. Karşı oldukları, yasanın mitsel alandan çıkarılmasıdır. Belki de buradan aslında dinlerine (veya ahlak veya hukuk kurallarına) fazlasıyla sıkı sıkıya bağlı bir toplum karşımıza çıkmaktadır. Peki kesintinin diğer tarafında ne olmuştur? Öncelikle yasa koyucu olarak tek bir kişi karşımıza çıkmıştır (monarşi) ve ardından da toplum kendini yasaların kaynağı olarak görmeye başlamıştır. Modern demokrasilerde, toplum yasaları kendisinin yaptığını düşünür. İktidar da meşruiyetini halktan alır, "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir'.

Belki de toplantıda en çok tartışılan konu, kadın konusu olmuştur. Ataerkil sistemler ilk ne şekilde karşımıza çıkmıştır, toplumsal cinsiyetlerin ardında kadın ve erkeği farklılaştıran özellikler nedir veya var mıdır gibi... Örneğin kadın gerçekten erkeğe göre nispeten daha duygusal mıdır yoksa toplum mu ona bunu atfetmiştir? Guayakilerden yola çıkarak aslında duygusallığın veya savaşçılığın toplumun yaratmış olduğu bir kurgu olduğunu düşünsem de acaba, bunların dışında yine de bir noktaya kadar bu özelliklerin biyolojik olup olamayacağına cevap vermek oldukça güçtür ki toplantıda da en çok tartışılan konular, toplumsal cinsiyet konusuna ilişkin olmuştu. Kadın-erkek hiyerarşisi nedeniyle hiçbir zaman toplumların 'gerçek' demokrasiye ulaşamadığını söyleyen iddiaya kulak verirsek, belki de en önemli sorunumuz da budur ve tartışmalarımızda gördük ki bir sonuca ulaşmak da hemen hemen imkansız. Ancak hepimiz şu noktada birleşebiliriz; elimizdeki veriler anaerkil bir toplumun dünyada herhangi bir zamanda gerçekleşip gerçekleşmediği hakkında kesin bir şey söylemiyor, ataerkilliğin tek sistem olduğunu bilmiyoruz. O nedenle neyin doğru ya da yanlış olduğunu değil, neyin kadın sorunu için daha iyi veya kötü olup olmadığını söylemek daha işlevsel olacaktır. Biyolojik farklılıkları ileri sürmek kadın için yararlı olacak mıdır yoksa ataerkillik için önemli bir sav mıdır? Kaldı ki siyaset felsefesi de teori ve pratiğin en çok birbirinden ayrıldığı alandır, çok özgürlükçü bir sistemden bahsediyoruz derken dünyanın en baskıcı sistemini de kurmuş olabiliriz. O nedenle problemin farkında olduğumuzu bilmek bir ölçü de yeterli gibi gelmekte...

Pierre Clastres belki farkında bile olmadan bize bunları sorgulattığı için, ne kadar tartışmalı bir düşüncesi olsa da önemini hala korumakta. 6-7 saate yakın süren toplantımız kendi adıma oldukça verimli geçti. Sonuç olarak sizin de Pierre Clastres'ten ve ilk toplantımızdan memnun kalmış olduğunuzu düşünüyorum. Kaldı ki bu konudaki tartışmalarımız Yerdeniz Büyücüsü ile kaldığı yerden devam edecektir...

5 Ocak 2009 Pazartesi

Eylül'e Veda

2.Atölye
28.12.2008 Beşiktaş

Eylül kitabını öneren kişi olarak onunla ilgili son yazıyı yazma görevi de bana düştü. Toplantıda anladığım kadarıyla herkes Eylül romanını beğenmiş, benim de romanla ilgili düşüncelerim bu yönde. Öncelikle Eylül'ün, kendi döneminin romancılık tekniğinin en iyi örneklerinden biri olduğunu düşünüyorum. Eylül'ün, dili ve üslubunu bir an için unuttuğumuzda, Mehmet Rauf'un bu romanı 100 yıl önce yazdığını düşünmek son derece güç. Anlatım, olayları bağlama, karakterlerin dönüşümü çok güzel inceliklerle işlenilmiş. Karakterlerin her bir hamlesi tasarlanarak romana dahil edilmiş. Bir de romanda en güzel şey Mehmet Rauf'un kendini eserinden soyutlaması. Yazar kesinlikle romanın içinden okuyucuya seslenmiyor ve karakterlerin yaşadıklarını taraf tutmaksızın yorumsuz olarak bize iletiyor. Böylece Süreyya, Suat ve Necib'in gerçekten varolduğunu ve bu olayları yaşadıklarını hissetmenizi sağlıyor.

Döneminin ötesinde olan bu kitap bittiğinde insana iyi ki okumuşum dedirtiyor...